Sen gelmişini ve geçmişini istediğin kadar yak abim. Sonra o dumanda bir güzel boğulursun abim. Yok yok, para istemez abim

Yakarsam dünyayı ben yakarım

SİNEM SAL - @sinemsal

“Hor görülenlerin tanrım isyanıdır bu.”

Müslüm Gürses

Samanlığı yakmaya çalışırken güvercinleri telef edeceğimi aklımdan bile geçirmemiştim. Salonun penceresinden içinde ışıklar yanıp sönen samanlığımıza bakıyordum. Annemin, güvercinleri neden oraya tıktığına dair en ufak bir fikrim yoktu. Bildiğim tek şey, güvercinler öldüler. Çoğul çoğul öldüler. Birlikte öldüler. Amacım ne miydi? Bir gün öncesinde samanlığın içinde okuduğum porno dergiyi bulmaktı. Evet, tam olarak bulmaktı. Tüm gün süren arama kurtarma çalışmalarım sonuç vermeyince, çareyi samanlığı yakmakta bulmuştum.

Çıplak kadınlardan oluşan dergiyle yakalanmam demek ailemde katliam anlamına gelirdi. Çıplak kadınlardan oluşan bir dergiyi okumakla suçlanmam demek de ailemde katliam anlamına gelirdi. Çıplak kadınlardan oluşan bir dergiyi samanlıkta unutmuş olmamsa ailemde katliam anlamına gelirdi! Bilmem, anlatabildim mi?

On üç yaşındaydım ve köy hayatının limon ağaçlarının altında, insan özüne kavuşmak manasını taşımadığını çok iyi biliyordum. Burada hepimiz taze bir yumurtaya benziyorduk. Kendi içimizden bir türlü çıkamadığımız için organik sayılıyorduk.

Pencerenin önünden çekilip tuvalete gittim. Neticede bu yangına tanık olursam, beni mahkemelere taşıyabilirlerdi. Hiçbir şeyin şahitliğini yapmak istemiyordum. Annem, çatı katındaydı ve birazdan küçük pencereden gördüğü yangına bir tepki geliştirecek, çığlıklar atarak aşağı benim yanıma inecekti. Bense her şeyi sakinlikle karşılamak istiyordum. Benim haberim bile yok. Allah Allah, nasıl oldu ki şimdi bu koca yangın demek istiyordum. Bütün şartların gelişmesini bekledim. Tüm felaketler genellikle beklediğim gibi sonuçlanırdı. Umduğum mucizelerse asla gerçekleşmezdi. Bunda üstüme yoktu. Öyle de oldu.

Annem, üst katın ahşap merdivenlerinden koşarak inmeye başladı. Bir yandan da çığlıklar atmayı ihmal etmiyordu. Bahçedeki kuyudan çektiği suları samanlığın ortasına dökmeye çalıştıysa da nafile bir çabaya girdiğini tez vakitte anladı ve bana, babamı aramam emrini verdikten sonra başını ellerinin arasına alıp alevleri izlemeye başladı. Benimse hâlâ ödüm kopuyordu. Ya diyordum içimden, bir mucize olur da samanlığın bir bölümü yanmazsa ve tam da oralarda bir yerde dergim sıkışırsa? Ne yapardım? İnkâr ederdim. “Sapıklaaaaaaaaaaaaaaar,” diye bağırırdım, “şerrrrrrrefsiiiiiiiiiiiizler!” derdim, “şunlara bak, bir de utanmadan önce işlerini görmüşler samanlığımızda sonra da güvercinlere acımadan yakıvermişler her yeri.” diye ağlanır dururdum.

O gün, annemin saçları aniden beyazladı. Elleriyle beslediği güvercinler telef olmuş, samanlık yanıp gitmiş, ömrümüzün o yılı ziyan olmuştu. Komşu evlerden gelen komşular, itfaiyeden gelen itfaiyeciler iskeleti bile kalmamış olan samanlığa bakıp birbirimize “Geçmiş olsun, cana gelmesin, ucuz atlattınız, sizi de yorduk…” gibi cümleler edip dağıldık.

Şimdi İstanbul’dayım. Samanlığın yangını çok geride değil. Hep, ensemde. Oradan ne kadar uzaklaşsam da çocukluğum peşimi bırakmıyor adeta. Günah diye öğrendiğim ne varsa, hayatımın hanesine yazılmaya devam ediyor. İş yerinden çıkarken, kapıda arabasını bekleyen müdürümle selamlaştım. Bana, kendime bir kariyer planı çizmemi söyledi. Cebine bir adet patlayıcı madde bıraktım. Taksiye bindim. Mağazalara baktım. Kadınlara yazlık elbiseler ve bikiniler giydirmişler. Geçtim. Hemen yanındaki kitapçı dükkânında kitaplar vardı. Emir verenlerin hepsini yaktım. Pencerede geceleri, evlatlarının eve dönmesini bekleyen anneleri ateşe verdim. Dışarıda istediği haltı yedikten sonra eve gelip yumruklarını masaya indiren babaları cayır cayır yanan alevlere saldım. Taksici sordu, “Abim, ne yöne gideyim? Böyle boş boş mu?” Taksimetreye baktım. Dumanını ciğerlerime kadar çektim.

Sokağın hemen başında, Yoga ve Nefes Terapisi Merkezi vardı. Altında büyük harflerle “Bugün geriye kalan hayatının ilk günü…” yazıyordu. Elimdeki yanıcı maddeyi hiç düşünmeden fırlattım. Taksiciye bağırdım, “Daha hızlı git abi!” Gaza bastı. Sokakta ağlayan genç bir kadın vardı. Arkadaşı ellerini tutmuş “Her şey geçer…” diyordu. Kibriti üstlerine fırlattım. Bütün öğretilmiş çaresizlikleri, bütün çaresiz umutları yakıp, külünü bırakıncaya kadar yok etmek istiyordum. Hayatım benden önce inşa edilmişse, onu yıkmak ve yenisini yapmak da benim ellerimdeydi elbette.

Taksici daha hızlı gidiyordu. Pencereyi açmıştım bağırıyordum: Levent’teki yüksek binaları, kariyer hedeflerini, dini korkuları, milli duyguları… her şeyi yakasım var bugün! Taksici bir anda durdu. “Geldik abi,” dedi. Derin bir nefes alıp kravatımı boynumdan çektim. Dışarı baktım. Nerede olduğumu bilmiyordum. “Abim, geldik…” dedi. “İyi de nereye geldik?” dedim. “Sana, hiç bilmediğin bir hayat lazım abim. Kimsenin seni tanımadığı bir ömür lazım abim. Mahalleni terk et abim. Sokaklar sana göre değil abim. Sadece şunu unutma, hani diyorsun ya ‘yakacam ulan bu şehri’ diye… Sen gelmişini ve geçmişini istediğin kadar yak abim. Sonra o dumanda bir güzel boğulursun abim. Yok yok… para istemez abim.”