Yanan otobüsten her nasılsa kurtulan bir kâğıt parçasında, Candan Erçetin’in Yalan adlı şarkısının dizelerinin yazılı olduğu görüntülenmişti, üstelik bu şarkıyla televizyonlarda yayınlanan klip de bir otobüs yolculuğunu anlatıyordu ve medyada kaza hakkında yapılan haberlerde bu görüntü efsunlu bir etki yaratmıştı.

Yalan

Yasin DURAK

Pinokyo’nun serüveninde yalancılığı abartıp da burnunun fazlasıyla uzadığı bir merhale vardır. Öyle ki bir şeye çarpmaksızın kendi etrafında bile dönemez, burnunu ya kapıya ya pencereye çarpar durur. Onu izleyen Peri anne gülmekten kendini alamaz bir türlü. “Neden gülüyorsun?” diye sorduğunda, “İki tür yalan vardır da ondan evladım” der Pinokyo’ya, “kısa bacaklı yalanlar, bir de uzun burunlu yalanlar. Seninkiler uzun burunlu olanlardan.”


Yalana müracaatın siyaseten kolayca tercih edildiği bugünün Türkiye’si gibi bir konjonktürde, burjuva siyasetçilerin ve aparatlarının kolaycı palavraları pek dikkat çekmiyor olabilir. İnternet ağı aracılığıyla yayılan ciddi bir enformasyon kirliliği, ‘troller’, ‘dezenformasyon’, ‘karalamalar’ derken bilhassa başıbozuk siyasi yalanların nesnel irtibat aramaksızın beyan edilir olduğu bir kargaşada “post-truth” dedikleri bir bağlamın egemenliğinden dem vuranlar dahi var. Sanki Pinokyo’nun burnu artık ekvatoral uzunluktaymış ve atılan yalanların gerçeklikle çelişkisinin hiçbir tarihsel tekabülü yokmuş gibi bir algı bilhassa burjuva siyasetin ilkesi haline geldi. Yalancının iştahını kabartan şey de bu, vaka düzleminde boşa çıkarılan iddiaların dahi söylem düzleminde kabul görmesi. Oysaki yanılgının ta kendisi buradan başlıyor, yalanın bir dönem verili gruplar tarafından bağra basılıp benimsenmesi başka bir şeydir, yalanın ‘inandırıcılığı’ başka bir şey. Kimilerinin kendilerinin dahi inanmadığı bir yalana eşlik etmesi başka bir şeydir, aşağı mahallede attığı yalana yukarı mahallede duyduğunda kendisi de inanan yalancıyı dahi inandırabilen yalan başka bir şey. Kuşkunuz olmasın: Kimsenin çırası tana kadar yanmaz.

Geri döndüren gördün mü geçmişi

Doksanlarda Türkiye’de birbirinin peşi sıra açılmaya başlayan özel televizyonların genel yayın faaliyetleri ile televizyon gazeteciliğinin gelişim seyri arasında bulunan bir çelişki vardı. Çok kanallı yayının başlamasıyla sayıları artan televizyon kuruluşları, sürekli olarak ithal ettikleri yeni ekipman ve donanımlarla tazelenerek çok hızlı bir gelişim gösterirken, alanın alt birimlerinde uzmanlaşmış kalifiye işçi sayısının yetiştirilmesi bu hıza ayak uyduracak ölçüde değildi. Çoğunluğu İstanbul merkezli olan televizyon kuruluşları, bu nedenle büyük şehirlerde ekseriyetle kendi kadrolu kameraman ve muhabirlerini kullanırken, taşrada cereyan eden kimi önemli vakalara da televizyon haberlerinde yer verebilmek için -kurdukları haber ajansları aracılığıyla- büyük bir sözleşmeli personel ağı ortaya çıkarmıştı. Söz konusu ağ, çoğu taşradaki yerel yayın kuruluşlarında alaylı olarak yetişmiş olan, tamamı sigortasız çalışan, yaptıkları haberler ancak bültenlerde yer bulabildiği ölçüde para alabilen, parça başı çalışan emekçilerden müteşekkildi. Üstelik haber bültenlerinde yoğun olarak işlenen İstanbul-Ankara gündemine nispeten zorlukla yer bulabilen taşra haberleri, ancak “haber değerini” yükselten durumlar olduğunda, örneğin sansasyon ya da skandal özellikleri taşıdıkları zaman önem taşıyor, aksi durumlarda göz ardı ediliyordu. Yanı sıra merkezde sürekli yenilenen ekipmanlara sahip olmayan taşra muhabirlerinin kaydettikleri görüntüler de günaşırı kalitesiz hale geliyor, örneğin VHS video kaydından Betamax’a, oradan Dv ve Divx derken dijital kayda doğru hızla evirilen montaj hattında, taşradan gelen bir VHS kaydının yer bulabilmesi için onun fazlasıyla önemli bir kayıt olması gerekiyordu. Yanı sıra internetten görüntü aktarımı gibi olanaklar o dönem bilhassa taşrada söz konusu olmadığından, kaydedilen görüntüler otobüsle merkeze gönderiliyor ve ancak güncelliğini yitirdikten sonra değerlendirmeye alınabiliyordu. İşte tüm bu teknik ve ekonomik zorluklar taşralı muhabir ve kameramanların haberi takip ettikleri kadar haberi üretmesini de zorunlu kılmış, bu durum kimini yaratıcı özel haberlere yönlendirmişse de, kimini asparagasa, abartılı yahut yalan haber yapmaya yönetmişti.

yalan-954315-1.
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun



Aynı yıllar, trafik kazalarının da sıklaştığı, “trafik canavarının” en az enflasyon canavarı kadar infial yarattığı yıllardı, hatta cumhuriyet tarihinde görülen en büyük otoyol kazalarından birisi bu yıllarda vuku buldu: 24 Ekim 1997’de Karapınar-Ereğli güzergâhında bir otobüs ile tankerin çarpışması sonucuna 49 kişi yanarak hayatını kaybetti. Gerçek bir facia niteliği taşıyan kazanın ardından gündeme gelen ihmaller, suiistimaller, teknik aksaklıklar gibi pek çok tartışmanın arasında, enkaz alanında bulunan bir kâğıt parçası apayrı bir gündem yaratmıştı. Yanan otobüsten her nasılsa kurtulan bir kâğıt parçasında, Candan Erçetin’in Yalan adlı şarkısının dizelerinin yazılı olduğu görüntülenmişti, üstelik bu şarkıyla televizyonlarda yayınlanan klip de bir otobüs yolculuğunu anlatıyordu ve medyada kaza hakkında yapılan haberlerde bu görüntü efsunlu bir etki yaratmıştı. Öyle ki bugün hâlâ kazaya dair hafızada bu şarkı ile bu trafik kazası özdeşleşmiştir.

Oysaki yanan otobüsten Yalan şarkısının dizelerinin çıkması da aslında bir yalandan başka bir şey değildi. Yukarıda o yıllardaki koşullarını betimlediğimiz yerel ajans muhabirleri olay yerine en önce gelenlerdi ve onlardan birisi kaydettiği görüntüler haberlerde yer bulabilsin diye, bu dizeleri kenarlarını çakmakla yaktığı bir kâğıt parçasına yazarak enkaz alanına koymuş ve bunu görüntülemişti…

Bu örnek ‘sembolik aşırı belirlenimin’ toplumsal tahayyül üzerindeki kuşatıcılığını pek çok yönüyle gösterir. Ortaya çıkan vaka pek çok kişi için muhtemel olan / beklenen bir rastlantıyı ifade eder. Zira doksanların haber bültenlerinde sıklıkla yer bulan trafik canavarı olgusu, hatta ‘derin devlet’ hesaplaşmalarının dahi Susurluk’ta yaşanan bir trafik kazası sonucu ortaya çıkması, o döneme dair hafızanın dokusunda bugün bile esaslı bir yer tutar. Bu nedenle gazetecinin ‘yalanı’, dönemin hafızasına uygun olduğu ölçüde geçerlilik kazanır. Hülasa yalanın bilfiil toplumsal koşullar içinde türeyişiyle hizipler/şahıslar tarafından tüketime sunulması arasındaki derin fark, onun dolaşımında da nihai kaderinde de etkilidir. Örneğin kolektif bir beklenti etkisiyle türeyen yalanların çağın dinamikleriyle buluşarak reel olgulara dönüşebildiğine ilişkin örneklerden bahsedilir, hatta kendini gerçekleştiren kehanetlerden. Ancak her durumda kitlesel bir yalanın inandırıcılığı kolektif varlığın sosyolojik serüvenindeki yapısal-tarihsel tekabülleriyle ortaya çıkar, olgularca yalanlanan gündelik yüksekten atmalara bir süre için tezahürat edilmesiyle değil.

yalan-954316-1.
Cumhurbaşkanı Erdoğan kabine toplantısı sonrası açıklama yaparken.



Açmadığın dalda sözün geçer mi?

Ezcümle ‘post-truth’ denilen bir dönem (ki süreçtir bu) varsa bile söz konusu olan şey yalanın değil yalancıların egemenliğidir. Bu ‘yeni gevezelik’, biraz da şu minvalde düşünülse yeridir: “Egemen sınıfı meydana getiren bireyler, başka şeyler yanında, bir bilince de sahiptirler ve düşünürler, hâkim sınıfları ve aparatlarını oluşturan bu kişilerin ‘çağın egemen fikirleriyle’ olan ilişkisi göz önüne alınmadığında egemenliğin bu kişilerde değil, ‘fikirlerde olduğu’ yanılgısına kapılırsınız.”

Gerçeğin inkârı, örneğin şu anki kriz koşullarında bile kan kustukça kızılcık şerbeti içtim diyegelen bir kesimin gerçeklik bilgisi değil, onların zorunlu yaşam yalanıdır örneğin, “Batı bizi kıskanıyor” diye başlayıp “ekonomik darbe” diyerekten devam eden, en son mevcut halden şikâyetçi olan gençlere “çıkar ulan telefonunu” diye çıkışan zaruri bir yalancılık. Buna karşın bu denli bir hizipçiliğin başa çıkamadığı çelişkileri de mevcuttur: Erdoğan’ın malum Kabataş yalanının başkahramanı Elif Çakır’ın türbanını çıkardığı için Yeni Akit tarafından “Kabataş’tan sonra başörtüsü de yalan oldu” ifadesiyle haber yapılması gibi. Topuğunu yere vura vura “başörtülü bacıma saldırdılar” diyen uzun adamın ‘kısa bacaklı yalanı’ egemen olmaktan uzaktır, yalnızca hizipçi bir iradenin direttiği o sahte asabiyenin flamasıdır.

Günübirlik politik hesaplar için makbul görünen bu ‘yeni gevezeliğin’ burjuva muhalefet tarafından da es geçildiği söylenemez. Bu sefer başka bir hizibin öncülüğünde önerilen burjuva restorasyonun adı ‘parlamenter sisteme dönüş’ olarak sunulurken, son dönemin siyasi alışkanlıklarında birbirine ulanmış ‘bizlik’ iddialarının kaba bir harmanlanmasıyla karşılaşırız. Kendisine sürekli çalıştığı yerden soru sorulsun isterken karşılaştığı her sürpriz olguyu örtülü ırkçılıkla, örtülü dincilikle geçiştiren bir ezberciliğin yalana müracaat etmesi kaçınılmazdır. Mamafih aparatı olan bir gazetecinin sıradan bir Cuma mesaisinde işinin icabı olarak yarattığı asparagasta da görülür bu. Üstüne bir de soyut liyakat vurgusuyla güya ‘Ecevitçi dürüstlüğü’ miras edindikçe sağcı restorasyon girişimi daha da garip bir alır; gerçek bir çocuk olduğunu iddia ettikçe Pinokyo daha da komikleşir, kukla bile olamaz artık, konuşan bir odundur o.

Zaman kendine benzetmez herkesi

Nihayet bugün için egemen kılınmış, bu ‘yalana dayanarak omuz silkme’ siyasetinin bir çağın gereği olduğunu sananlar tinin huzursuzluğunu hafife alanlardır. Toplumsallığın en sorunlu seyirlerinde bile bu denli kolaycı yalancılıklarla kendisini hafife alanlardan aldığı bir intikam vardır. “Yapıldığı gün hoş karşılanan işleri yapmaya alışanlar işin derinindeki zehri fark edemezler, tıpkı verem ateşine tutulanlar gibi”. Buna karşın burjuva hizipler tarafından biteviye taarruza uğrayan sosyalist reddiye varlığını sürdürdüğü müddetçe, ‘hakikatin’ öncelliği önemini kaybetmez, sınıflı toplum denilen “gerçeğin” her türlü ifşası onun yalanlarla saptırılmış mecazlarını boşa düşürmeye devam eder. Bırakalım ‘uzun burunlu’ yalancılar da şimdilik burjuva hiziplerin kontrolündeki ipleriyle caka satadursun, sadece sosyalist SOL ‘hakikatin’ şafağını halkın örgütlü mücadelesinin getireceğinde ısrar eder.