“Hayata karşı ilk küskünlüğümüz; Yanımızda sandığımız kişileri, karşımızda görmemizle başlar.” (Çehov)

“Hayata karşı ilk küskünlüğümüz; Yanımızda sandığımız kişileri, karşımızda görmemizle başlar.” (Çehov)

 Sartre’ın bir oyununda ölüm aynada gölgesi ya da imgesi olmamak ile sembolleştirilmişti, bu durum hayatın önemli bir sorununa karşılık geliyor, bazı insanlar ne yazık ki yaşarken kendi ağırlıklarını hissetmiyorlar, sonuçta varolduklarına kendilerine ikna edebilmek için diğer insanların canını yakıyorlar. Bu, bizim yaşamımızın pek olağan “sosyal olgu”sudur.

Öyle ki dikkatimi çekmişti, Türkiye’de insanların bir olgu ve tartışma vesilesi ile birbirini yediği pek çok duruma, Avrupa’daki insanların çoğu birbiriyle tartışmazlar bile, “private” derler ve o meseleye girilmez.

Kendi imgesi, sureti ya da hayatın içinde kişinin yaşam ve diğerleri üzerindeki gölgesi, artık ne derseniz deyin, kişioğlu varolduğuna kendisini ikna etmek için “ötekiyle karşılaştığı an”ların çetelesini tutar ve sosyal olan kişiye kendini hissettirmiyorsa, o kişi bir varlık bunalımı yaşar.

Türkiye’deki siyasi yaşama bakıldığında, düpedüz, ama düpedüz biz kendi varlığımızla, varlık nedenimizle ve sosyal ideallerimizle çatışan bir toplumuz ve çatışma hayatımızın en gündelik olanından en baki olana kadar her şeye sıçramış durumda. Ben açıkça ve net olarak söylüyorum: Türkiye’de siyasal İslam bir iktidar beslemesidir ve siyasal İslam Türkiye’de solu boğmak, acılarıyla yüzleşmekten kaçınmak, umutsuz ve çekilmez koşullara karşı tevekkülle yaklaşmak için birebir reçete olarak kullanıldı. Ve bu, 80 darbesinin reçetesidir. Peki, 1980’den sonra itinayla bu ülkede siyasal İslam yükselmişse, derinden bir şekilde sahte figürler kurtarıcı olarak topluma lanse edilmişse ve topluma yapılan bu aşı büyük oranda tutmuş, toplum batıl inancın dibine vurmuşsa, o zaman içinde yaşadığımız dönemin karakteristiği nedir?

 

Riyakârlığa nasıl sürüklendik?

Tek kelimeyle söylersek, Osmanlıcasıyla “riyakârlık” ya da mürailik, Türkçesiyle “ikiyüzlülük”, dini terminolojide “çift-dinlilik” ya da inançsızlık ya da takiyye, İngilizcesiyle “hypocrisy” içinde yaşadığımız on yıllara uzanan dönemin en net özelliğidir.

Bu anlamda siyasi yaşamımızda, çok net olarak toplumumuzun kendisine dair bilinci şizofreniktir. Bu toplum kendine dair tasarımlarında hakikate değil, yapay sembollere, kahramanlara, kurtarıcılara, çatışma eksenlerine, büyük yalanlara muhtaç hale getirilmiştir. Aynı nedenle, bir tarafın kahramanı, onun karşısındaki tarafından: “tiksinç”, “aptal”, “bebek katili”, “hırsız” şu ya da bu şekilde nitelenebiliyor. Bu nedenle toplumsal bütünlüğümüz çok derin bir yara almıştır. Türkiye sinemasında ise, filmlerimizde kahramanın yok olmasından, anti-kahramanın baştacı edilmesine, filmlerimizde giderek yıkıntı hikâyelerin merkeze oturmasına, bunu geçtim, anlatıların hikâyeyi yok etmesine, hatta hikâye üzerine kurulu filmleri “masal” anlatan, “yalancı”, yüzeysel, kaçışçı ve uyuşturucu olarak nitelemesine kadar aynı olgunun değişik karşılıkları olmuştur.

 

Riyakârlığın sonuçları nelerdir?

Biz de aydınlar arasında, tutkuyla halktan söz eden geçmişin söylemi yerine,

bugün halka ilişkin binbir küçük görücü ifade hayatımızda köklü bir şekilde yer etmiş, aynı şekilde halkımızın bizzat kendisi hem aydınlarımızdan, hem de bizzat halkın kendisinden yaka silkmiştir,

İ bunu yapılan esprilerden, halkın konuştuğu zaman sinik bir ahlaki tavra bürünmesinden, çalıyor ama çalışıyor demesinden, her türlü başarı nutkuna karnım tok tavrına sıkı sıkıya sarılmasından (…) anlıyoruz.

 İİ Öyle ki içimizden birilerinin sevinçleri bile ötekilerin karın ağrısına dönüşmüş durumda. Bu toplumun birleştirici mayası bozulmuştur. Nitekim filmlerimizde de bir-aradalık değil, sığıntılık, yıkıntı, ilişkinin, aşkın, tutkunun bir yanılsama olarak resmedilmesi olgusu büyük ölçüde egemendir.

İİİ Bu koşullar altında, Türkiye’de siyasi iktidarın söylemi ve tercihi, bu ülkenin insanını bizzat kendisi için tehlike görmektedir ve halka baskı yapmadıkça, onların yerinde rahat durmadığını iddia etmektedir. Bu ülkenin resmi politikasında, “bu halk aç yaşar, düşmansız yaşayamaz” vardır. Dolayısıyla, başkalarına hükmümüz geçmiyorsa, biz de birbirimizi yiyerek, birbirimizi sömürerek, birbirimize zor uygulayarak ve birbirimizden çalıp çırptıklarımızla övünerek yaşıyoruz anlamına gelir bunlar. Ve yine dolayısıyla bu ülkede asla ve kata özgür bir seçim yapılmadı ve “game theory”nin bize has ve çok yıkıcı versiyonlarını oynuyoruz demektir bu da.

Sol içi çatışmalardan, sol içi ayrışmalara kadar, hayatımız artık sanal ve yapay mekânlarda şekilleniyor, gerçekler değil, gölge-fenomenler üzerinden kendimizi tanımlıyoruz.

Çok acı bir sosyal olguyu söylemem gerekir: BU ÜLKEDE BÜYÜK YALAN SÖYLEYİN ÇOK İNANAN OLUR, ÇIPLAK OLGULARI VE HAKİKATİ SÖYLEYİN, SİZİ KOMPLOCULUKLA, HAYAL-GÖRMEKLE, AKLINI OYNATMAKLA, DAHASI KISKANÇ OLMAKLA, ONUN DA ÖTESİNDE UZANAMADIĞI CİĞERE MUNDAR DİYEN KEDİ OLMAKLA SUÇLAYABİLİRLER.

Memleket için hayırlı olsun ya da büyük geçmiş olsun, bakalım Fatiha’mızı kim okuyacak?