Diyelim ki ABD’yle araları iyi, Trump’la “Reis” bir yerlerde karşılaştı, kameralara gülerek pozlar verildi, “ABD Türkiye ile müttefiktir, stratejik ortaktır, Kore’de birlikte savaştık” gibi laflar havada uçuştu, hemen devreye büyük ağabey tarafından sırtı sıvazlanmanın o trajikomik mağrurluğu, böbürlenmesi girer. Açıklamalar buna göre yapılır, manşetler buna göre atılır, fotoğraflar buna göre seçilir. Ortada çok net bir şekilde, hayran olunan, öykünülen, onun gibi olunmak istenen büyük ağabeyin gözüne girmiş, onun tarafından taltif edilmiş olmanın buram buram kompleks ve eziklik kokan sevinci vardır.

Öyle durumlarda hiçbirinin aklına “Amerikan karşıtlığı”, “anti-emperyalizm”, “ulusal çıkarlar”, “İncirlik Üssü”, “ABD’nin 15 Temmuz’daki rolü” falan gelmez. Keyifler yerindedir, avuçlar ovuşturulmakta, yerinde durulamamaktadır. Anti-emperyalizm mi, bir solculuk hastalığıdır, Amerikan karşıtlığı mı, bir komünist saçmalığıdır.

Ancak ne zaman ki -hadi bu sefer “ağabey kardeş” değil de, damat beyden ilham alarak “karı koca” metaforunu kullanalım- “aile arasında” bir kavga, bir tatsızlık yaşandı, gerilim büyüdü, kriz kapıya dayandı, o zaman işler değişir. İşte o an Türk İslamcılığı, Türk sağı, nereden geldiklerini, kim olduklarını, neye hizmet ettiklerini sanki bilmiyormuşuz gibi, birden anti-emperyalist, birden Amerikan düşmanı kesilir, birden aklına İncirlik Üssü gelir, birden 15 Temmuz’u hatırlar.

Tam da böyle durumlarda, sanki daha düne kadar toplumun yarısını terörist ilan etmemiş, kendinden olmayan herkesi vatan hainliğiyle yaftalamamışçasına, korkunç bir riyakârlıkla birlik beraberlik çağrıları yapılmaya, ülkemizin içinden geçtiği şu zor zamanlarda milletçe kenetlenmemiz gerektiğinden söz edilmeye başlanır. Dünü hatırlatanlar, aykırı bir söz söyleyenler, ortada bir müsamere olduğunu anlatanlar ise susturulur ve ihanet, gaflet, dalalet içinde olmakla suçlanır. Yani dün onlar ABD ile can ciğer kuzu sarmasıyken de, bugün araları limoniyken de tutumu hiç değişmeyenler, kara koyun yapılır, sürünün dışına atılır, tu kaka ilan edilir.

Diyelim ki, bir tarikatta ya da bir cemaatte bir çocuğun başına bir şey geldi, diyelim ki bir çocuk “devlet dersinde” yaşamını yitirdi, Berkin Elvan olabilir, Uğur Kaymaz olabilir, Ceylan Önkol olabilir, bu çocuklarla, bu çocukların katilleriyle ilgili tek kelime etmezler. Dahası meydanlarda annesini yuhalatıp, siyasi ikbal adına küçücük çocuk cesetleri üzerinde tepinebilirler, çocukları zombiye, vampire benzettikleri karikatürlerini çizebilirler, sosyal medyada ağza alınmayacak küfürler edebilirler.

Öyle durumlarda hiçbirinin aklına mağdur olanın ya da ölenin bir çocuk olduğu, küçücük çocukların terörist ilan edilemeyeceği, sorumluların bulunması ve cezalandırılması gerektiği gelmez. Devletin bekası devreye girer, iktidarın bekası devreye girer, siyasi ikbal devreye girer. Dosyanın üzeri örtülür, failler korunur, “Geçmiş olsun” ya da “Başınız sağolsun” bile denilmez.

Ancak bir çocuğun ölümünün “kullanışlı” olduğu düşünülürse, oradan bir siyasi rant çıkarılabilecekse, o ölüm üzerinden kitle mobilize edilebilecek, milli birlik beraberlik edebiyatı yapılabilecek, muhalefet hizaya getirilebilecekse, hemen harekete geçilir. “Çocuklar niye ölmektedir, bundan sonra başka çocukların ve başka insanların ölmemesi için ne yapılmalıdır, kırk yıldır çözülemeyen bir meselenin aynı yöntemlerle, silahla çözülmesi mümkün müdür” gibi sorular hiç sorulmaz. Çünkü başka hesaplar devrededir, cenazede boy gösterilecek, ana muhalefet partisi “Bunları Meclis’e siz soktunuz” diye suçlanacak, insanların hassasiyetleri manipüle edilecek ve buradan ikbal devşirilecektir. Gerçekte ise çocuklar, gerçekte ise insan hayatı, aslında hiçbirinin umurunda değildir, ölümler siyaseten işe yaradıkları ölçüde bir anlam ifade etmektedir, gerisinin bir önemi yoktur.

İki örneğini verdiğimiz bu ikiyüzlülük müsameresinin böylesine kolay sergilenebilmesinin, bu ahlaksızlık tablosunun böylesine kolay çizilebilmesinin esas sorumlusu ise muhalefettir. Ortada sıradan bir parti varmışçasına ve sanki yeni bir rejim ilan edilmemişçesine, dış politikaya dair herhangi bir başlıkta hemen “milli mesele” diye iktidarın arkasında hizalanma, hemen esas duruşa geçme, hemen kraldan çok kralcılık yapma, artık rutinleşmiş bir tutumdur. Hal böyle olunca, iktidar kendi çıkarlarını “milli çıkar”, kendi hedeflerine uygun dış politika adımlarını “milli dış politika” diye yutturabilmekte, milli birlik beraberlik çağrısı yapabilmekte, kimse de çıkıp “Daha dün ülkenin yarısına terörist diyen siz değil miydiniz, neyin milli birlik beraberliği, neyin kenetlenmesi” diye sormamaktadır.

Aynı şey, ölümler için de geçerlidir. Kimse ölüme dair ikiyüzlülükle ilgili olarak tek söz etmemekte, “Ölüleri niye ayırıyorsunuz, niye sadece işinize yarayanlar için yas talep ediyorsunuz, niye ölüler üzerinden siyaset yapıyorsunuz, ölümleri bitirmek için ne yapıyorsunuz” diye sormamakta, milli hamaset korosunun sesi daha gür çıksın diye korkunç bir ahmaklık ve aymazlık içerisinde çırpınmaktadır.

Türkiye toplumu yalanın, sahteliğin ve riyakârlığın içerisinde boğulmakta, çürümektedir. Hakikatin sesi daha güçlü, daha kararlı, daha örgütlü çıkmadığı sürece de boğulmaya, çürümeye devam edecektir.