Napolyon’a atfedilen bir söz vardır: “Kılıçla her şeyi yapabilirsiniz ama kılıcın üzerine oturamazsınız.” Doğrudur, hiçbir iktidar, salt şiddetle, sadece çıplak zorla yönetemez, kitlelerin rızasının alınması mutlak bir zorunluluktur. İşte tam da burada ideoloji devreye girer, iktidar bir söylem, bir dil inşa eder, insanları o söylemle, o dille konuşmaya çağırır, onları kendi hegemonyasına medya, eğitim, din gibi ideolojik aygıtlar kullanarak razı eder.

İdeoloji her zaman yalan söylemek demek değildir ama yalan ideolojinin işleyişine içkindir, iktidar kitlelerin rızasını almak için ürettiği söylemin içerisine mutlaka yalanı katar, yalan söyler, kitleleri kendi yalanlarına inandırmaya, ikna etmeye çalışır. Bunda başarılı olduğu ölçüde de iktidarını, meşruluğunu ve hegemonyasını devam ettirir.

Tüm bu söylediklerimiz doğal olarak Türkiye için de geçerlidir ama yine de bir iktidar stratejisi olarak “yalan teknolojileri” ülkeden ülkeye değişebilir. Bizdeki “yalan teknolojileri”nin özünü bir süredir gözlemlenebildiği üzere, iktidarın kendisine ait özellikleri başkalarına atfetmek, yaptıklarını yapmamış gibi, yapmadıklarını yapmış gibi göstermek, yani ne iseler, ne düşünüyorlar, ne yapıyorlarsa tam tersi gibi görünmek, tam tersi gibi konuşmak oluşturmaktadır.

Evet, bir yanda açıkça, “Dün dündür bugün bugündür” veciz sözünün mantıksal sınırlarına taşınması vardır. Dün dost olan bugün düşman, dün düşman olan bugün dost olabilmektedir. Dün bizi ilgilendirmeyen, birdenbire ulusal meselemiz olabilmektedir. Örnek mi? İlk tutuklandığında Rıza Sarraf için “Bizi ilgilendirmiyor” denirken, aradan geçen yaklaşık bir yılın ardından ve geçen günlerde “Sarraf vatandaşımız, tabii ki hukukunu korumak bizim görevimizdir” cümlesi kolaylıkla kurulabilmiştir.

Ancak, “yalan teknolojileri” bunun çok çok ötesine uzanmakta ve esas olarak yukarıda sözünü ettiğim şekilde işlemektedir. Geçerken not edelim, bu “teknolojiler”in hepsinin psikolojide açıklaması vardır ama burada bunlara girmeyeceğim. Şimdi, sözünü ettiğim yalan söyleme biçimlerine dair kimi örneklere yakından bakalım.

İlk örneğimiz referandum sonuçlarına dair olsun. Referandumda açıkça şaibe olduğunu, hile yapıldığını ve “Hayır” oylarının azımsanmayacak bir bölümünün gasp edildiğini artık sağır sultan bile biliyor. Hal böyleyken, “Hayır, biz oy çalmadık” demek yetmiyor iktidar temsilcilerine ve örneğin hakikatin tam tersini ifade edebilecek bir şekilde şöyle diyebiliyorlar: “Açıkçası benim de bir kaygım var ve hakikaten, çok ciddi, samimi söylüyorum, şu anda benim oyumun da çalınmış olabileceğini düşünüyorum. ‘Evet’ oyları daha yüksek çıkmalıydı. ‘Evet’i savunmuş birisi olarak ‘Evet’ oylarının benim düşündüğüm, hesapladığım kadar olmadığını düşünüyorum. Muhtemelen evet oyları sandık başlarında çalındı.”

Başka bir örnek Suriye ile ilgili. Yaklaşık yedi senedir Suriye’ye yönelik bir yıkım politikası izlenirken, cihatçılara her türlü lojistik ve mali destek verilirken, ülkenin bir bölümünde yasadışı örgütlerle iş tutulurken ve işgale kalkışılırken, yine tam bir tersine çevirmeyle hem Suriye’de seküler bir devlet istendiği hem de Suriye’nin toprak bütünlüğünden yana olunduğu kolaylıkla söylenebilmektedir. Buna göre “Biz seküler bir Suriye olmasını istiyoruz”dur ve “Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumakta kararlıyız”dır.

Aynı şekilde, Saray’ın önemli isimlerinden biri, referandumda olan biten belliyken The Guardian’a yazdığı yazıda “Referandum demokrasi zaferi” diyebilmekte, bir bakan YSK’nin kanunu nasıl ihlal ettiği açıkken “YSK, seçimleri hukuka uygun biçimde yönetmiş, uluslararası takdir toplamış bir güven müessesidir” açıklamasında bulunabilmekte, yandaş medyadan bir gazete, özellikle doğuda referandumun nasıl yapıldığı ortadayken, “Fransa Muz Cumhuriyeti” manşetinin altına “Silahların gölgesinde cumhurbaşkanlığı seçimi yapan Fransa’da sandıktan kaos çıktı” yazabilmektedir.

Anlaşılacağı üzere iktidarın yalan teknolojilerinde “inkâr” yetmemekte, buna bir de hakikatin tam anlamıyla ters yüz edilerek dolaşıma sokulması eklenmektedir: Türkiye’yi siyasi denetime alan AKPM’nin asıl kendisi denetlenmelidir, AB kendi değerlerine ihanet etmiştir, Türkiye’ye insan haklarına gösterdiği özen için teşekkür edilmelidir, Reis’e Nobel barış ödülü verilmelidir vs.

Zirvenin kime ait olduğu ise elbette ki tartışma dışıdır, çünkü zirvenin sahibi onca Cumhuriyet yazarı ve gazeteci uyduruk delil ve iddialarla içerideyken “Bazı şeyler uydurularak insanlar tutuklanırsa, vatandaşına sahip çıkamayan ülke konumuna düşersiniz” cümlesini de, “Adalet duygusunun kaybolduğu yerde, toplumsal bütünlüğü ayakta tutmak mümkün değil” cümlesini de kolaylıkla kurabilmektedir.

Her türden siyasi mücadele söylemsel bir mücadeledir ve yalanın iktidarına karşı esas olan hakikati savunma mücadelesidir. Tam da bu nedenle, bugün bu iradeyi ortaya koymak ve “Sizin yalanlarınızla baş edeceğiz, bu da size dert olacak” diyebilmek her zamankinden çok ama çok daha önemlidir.