Julia Kristeva’nın ‘Samuraylar’ romanını okumayı sürekli erteliyordum, sanırım alışık olduğum roman tarzından uzak olduğu için. Sonra bu romanı bir psikanalistin yazdığı roman olarak kabul ettiğimde okumam kolaylaştı. Romanın bir yerinde anlatıcı günlüğüne şöyle yazmıştı: “Seminerine katılan bütün bu entelektüel çevre ve edebiyat dünyası: ne anladıklarını sorup duruyorum kendime. Özellikle de nasıl romanlar yazılabilir, dolayısıyla herkes yalan yüzünden hasta olmuşken yalan ve sahte olan bir şeyden, olan değil, arzulanan bir dünya nasıl yaratılabilir? İnsanlar yalanı güzel bir yalanla iyileştirdiklerini sanıyorlar. Bütünüyle yanlış bir düşünce bu…”

İnsanların, toplumların yalanla hastalandıkları ve bu hastalığın şu an etrafımızı kuşatan, boğazımızı sıkan pandemiden daha görünmez ve içten içe yayılıp daha tehlikeli sonuçlar doğurduğunu düşünürsek… Kristeva, ‘Kara Güneş’te, kamusal yaşamın gerçeklikten vahim bir biçimde uzaklaşmasıyla özel yaşamın tüm gerçekliği işgal ettiğinden bahsediyordu. Sosyal medyada kişiler özel yaşamlarına dair öyle şeyler paylaşıyorlar ki, toplumsal yaşamın çözülüp dağıldığını bu paylaşımlara bakıp anlamak mümkün. Suçluluk, utanç gibi duygular gerçeklikle beraber dışarı atılmıştır sanki. Zenginliğiyle gururlanıp fakirlerle dalga geçen videolar çekenler gibi… İktidardakiler başta olmak üzere siyasal alandaki pek çok aktör, en iyi, en inandırıcı yalanı bulma yarışı içinde değiller mi?

Peki ama romandaki anlatıcının söylediği gibi, yalanlar gerçekten iyileştirmez mi? Bacon, yalansız bir dünyanın bir kısım zihinleri içler acısı bir güdükleşme ve melankoli içine sokacağını, yaşamın insanlara verdiği memnuniyetin azalacağını yazmıştı. Roman yazmak, böylesi bir memnuniyeti desteklemek için mi yazılır, yoksa hakikate açılan kapıları göstermek için mi? Her ikisi de geçerli sanırım. Ama günümüzdeki kadar yaşamı tehdit eden bir yalanlar silsilesi içindeyken, daha gerçek bir yalanın arayışı içinde olmak, bir çözüm olmasa gerek. Ünsal Oskay’ın ‘Cogito’ dergisinin ‘Yalan’la ilgili sayısına yazdığı gibi, kitlelerin yalanlara inanmasının nedeni aptallıkları ya da ödleklikleri değil, yalanı doğru gösteren ‘axis mundi’lerin oluşumuna, kabullenimine neden olan reel politiktir. ‘Axis mundi’, dünyanın merkezi, gerçekliğin yorumlanışını belirleyen eksen… Günümüzde ‘axis mundi’ daha önce medyanın belirlediği estetik ve etik kodlarla oluşurken, şimdi her kesimin kendi merkezini yaratıp hakikati ona göre yorumladığı bir araca dönüştü. Trump’ın bariz bir biçimde söylediği yalanlara, Biden başka tür yalanlarla karşılık verirken, her iki taraf da gerçekliği kendine göre yorumlayarak kendi ‘axis mundi’lerini yaratmakla meşgul.

Peki ama, neden yalan söyleme ihtiyacı duyarız, özellikle kendimize? Freud’dan bildiğimiz şey, kendi kendimize yalan söyleyerek kendimizi bir sırra dönüştürebildiğimiz ve bu sayede içimizdeki cezalandırıcı üstbenlikten gizlenebildiğimiz… Ama bir yandan da kendimizi tanıyormuşuz gibi yapmamız da gerekir, yarattığımız hikâyeye uygun olarak yaşayabilmek için. Çünkü gerçeklik, bizden her zaman boyun eğmemizi talep eder; gerçekliği hayal gücümüzü ve yaratıcılığımızı kullanarak değiştiremiyorsak yalanlarla gerçekliği egomuzla uyumlu hale getirmeye çalışabiliriz. Ama bu sadece kısa süreli olacaktır, yalanın büyüklüğü ya da küçüklüğüne göre değişen…

Romanın bir yerinde şöyle bir cümleye rastlıyorum: “Birbirlerine yalan söylemeyen âşıkların sarsılmaz yakınlığını korudukları için her ikisi de muyluydu.” Sarsılmaz yakınlık, kendimizle… Hayal gücüyle yalan aynı özden geliyorlarsa da sonuçları farklı; romanlar ve yalanlar arasındaki fark…