Aradan geçen 150 yıla rağmen Louis Auguste Blanqui’yi tanımlamak kolay değil. Onun da dediği gibidir belki de, “…abartmamakta fayda var. İnsanlık, tıpkı kuyruklu yıldızlar gibi evrenin bir muammasıdır, hepsi bu!”

Yalnız yeryüzünü değil, gökyüzünü de...

SUAT DUMAN

Belki onu “işçi sınıfının gerçek önderlerinden” diye selamlayan Marx hariç, sosyalizmin ustaları Blanqui’ye değim yerindeyse, çoğu kez yukarıdan bakmışlar. Ya adı anılmıyor doğru dürüst ya da komplocu, dar kafalı barikat siyasetçisi diye yaftalanıyor. Tuhaf, bu yaftaları ona layık görenlerden Lenin örneğin, bir ölçüde öncü parti teorisini ve pratiğini onun büyük eylemine de borçlu. 19. yüzyılı tek başına sırtlayacak kadar kuvvetli bu tepeden tırnağa devrimadam, yaşadığımız çağın çoğu önderine/örgütüne örnek de oluşturuyor, bizden de pek çok devrimcinin adı anılabilir, yine de Che’nin şahsında, RAF’ın eyleminde Blanqui’yi görmemek, tarih bilmemek sayılmalı en hafifinden.

Uzun ömrünün yarısında hapishanede yatan Blanqui, nam-ı diğer mahpus, cezaevi yıllarını verimli geçirmeyi bilmiştir. Kapalı tutulduğu cezaevi yıllarını okumak, düşünmek ve yazmak için fırsata çevirir. Bu yıllarda kaleme aldığı kısa ama derin Yeryüzünden Ebediyete(1) çalışmasında, sokaktan, barikatlardan, devrimden söz etmez. Gözlerini gökyüzüne çevirmiştir. Bu yapıtında Blanqui evren, yıldızlar, dünyanın kökeni, yerçekimi vb üzerine düşünür. Yalnızca hukuk eğitimi aldığı bilindiğinde, yapıtın göz kamaştırıcı olduğu itiraf edilmeli. Matematik ve fizik eğitimi almamıştır, girişimi dışardan ve kendiliğindendir. Ancak yapıttaki kavrayış üst düzeydir, ‘paralel evrenlerden’ bahseder henüz ‘kuantum’un dolaşıma girmediği bir dönemde. Popüler kültürün diliyle söylemek gerekirse, Matrix henüz çekilmemiş, alternatif dünya fikirleri fantastiğin ilgi alanına bile girmemişken, kopya dünyalardan, ikizlerimizin durmaksızın tekrar eden hayatlarından, belli sayıda alternatifleri olsa da hayatın, tabiri caizse sınırlı sayıda kopyayla dönüp duran tek bir film sayılacağını anlatmıştır -dikkat, fizik ve matematik kesinlikle yapmıştır bunu Blanqui, metninde kendinden fazlasıyla emindir. Sosyalistler belki bu metin üzerinden, olsa olsa tartışmalı bir kaderciliği resmettiği için eleştirse, eh, evet denebilecekken, apaçık bir stratejik hataya düşerek, ona en sağlam ve parlatılacak yerinden yüklenmiştir, barikat örgütleyen, komplo hesabı yapan, sokağı yücelten yerinden, devrimciliğinden!

Hâlbuki çağının insanıdır Blanqui, bugünden bakınca kesin olarak söyleyebiliriz, doğru yapmıştır. Bütün artılarını ona yazmayalım tamam ama 1871 büyük ölçüde onun eseridir. Barikatı hafifseyenleri hafifseyerek, bu yer değiştirme ustası için KristinRoss şöyle diyor(2) “İç mekanları sokağa dönüştürdü.” Barikatı bugün bir siyaset tarzı olarak önermek çağıyla ters düşmek sayılabilir, fakat Komün’den söz ediyoruz, iki kere düşünelim. Yarım yüzyıllık sapma ve Cumhuriyet özelinde benzerlik kuracak olursak Blanqui, barikatı müdafaa etmemiştir, bir barikattan söz edilecekse o barikat bütün Paris’tir. Komün bu anlayışın zaferi ve mirasıdır.



Yukarıda adını andığım kitabının, Yeryüzünden Ebediyete, bir yerinde şöyle der Blanqui: “Sahnede kendi büyüklüğüne sevdalı, kendisini evrenin tamamı sanan, hapishanesinde uçsuz bucaksız bir alandaymış gibi yaşayan, kibrinin yükünü derin bir küçümsemeyle taşıyan, yerküreyle birlikte yakında batacak olan gürültücü insanlık var.” İşte o insanlığın kurtuluşu için ömrünün yarısını cezaevinde kalan yarısını alanlarda ölümle yüzleşerek geçirmiş bir devrimciden söz ediyoruz. Çelişkilerini ve yanlışlarını elbette konuşalım fakat Marx’ın ‘devrimin simyacıları’ dediği bu fırtına devrimcileri, kaydetmeyen ama kaybeden burjuva tarihçiliğinin insafına bırakmayalım.

Şimdi elimde bir kitap duruyor, bir çizgi roman, Blanqui’nin hayatına hızlı bir bakış atan Ne Tanrı Ne Efendi.(3) Çizeri Le Roy, yaşayan en önemli çizerlerden biri. Kahramanın yüzyılına ve ömrüne uygun koyu bir tonda, en sevdiği yerde, ait olduğu sınıfın alevleri içinde ve heyecanla resmetmiş macerayı -maceradır, böyle diyebiliriz. Altmışlı yaşlarında, pişman mısın, diye soran yargıca, asla, demiştir, tek bir kelime, asla! Kayıp değil, trajedi değil, dram değil, maceradır, kelimenin en şen, en mesut anlamında, bütün heyecanıyla, macera.

Ne Tanrı Ne Efendi, gizliden gizliye, Baudelaire’den Benjamin’e, Borges’e dek edebiyatı ve felsefeyi de efsunlamış bu sıra dışı adamı tanımak için iyi bir fırsat, dilimizde hakkında kayda değer bir çalışmaya rastlayamazken önemli bir giriş.

Paris’te ayak izlerini taşımayan tek bir sokak, misafir edilmediği tek bir hane olmadığı söylenir. Yeryüzünün ve gökyüzünün efendilerinin hem bu dünyaya hem hayaller âlemine ipotek koyan yasa ve buyruklarıyla eli kolu zihni bağlanmış insanlardan yumruğu sıkılı devrimciler devşirmiştir. Komplo ve barikat eleştirileriyle kendimizi kaybedip büyük örgütçülüğünü gözen kaçırmayalım, mirası budur. Onun gibi yapmak gerekir, yeryüzünde ve gökyüzündeki her canlıya temas etmek, yıldızları ve ezilenleri örgütlemek.

Peki ne diyeceğiz, krallara ve tanrılara kılıç çeken bu adamın, düzeltilemez ve değiştirilemez kopya hayatlar hesabını nereye koyacağız, belli belirsiz bir yılgınlığa, umutsuzluğa işaret eden kaderciliğini? Aradan geçen 150 yıla rağmen Blanqui’yi tanımlamak kolay değil. Onun da dediği gibidir belki de, “…abartmamakta fayda var. İnsanlık, tıpkı kuyruklu yıldızlar gibi evrenin bir muammasıdır, hepsi bu!”
(1) Yıldızlardan Ebediyete, (2) Aynı eser, (3) Ne Tanrı ne Efendi