Yalnızlık burcu

Deniz Doğan

“Samoa’ya ilk misyoner bir yelkenliyle gelmişti. Yerliler bu beyaz yelkenliyi ufukta bir delik olarak gördüler. Beyaz adamın içinden çıkıp kendilerine geldiği bir delik. O, göğü delip geçmişti” (*)

Sana bu son mektubu yazmadan önce söz vardı biliyorsun. Buğdayı samanından ayıran rüzgâra, tanesini toplayan kuşlara, kar kokusuna, yaprağa dolmuş yağmur suyuna, başı köpüklü dağlara bakar fısıldaşırdık. Sözdü aramızda birbirimizi sardığımız, yarayı dağlarken ettiğimiz söz. Ağırdı hükmü, susmak kadar. Sonra bir tılsımdan vazgeçer gibi caydık onun büyüsünden. Ateş başında harlanan masallar, duvarda oynadığımız gölge oyunları, sulara şavkını vuran şarkılar, bir mumun titrek alevi gibi sönüp gitti. Yitirerek büyüttük benliğimizi.

Bu arada buğdayı ezdik un ettik, ateşi çaktık köz ettik. Yine de kesif bir is doldu genzimize. O gün bugündür geçmedi, geçmiyor.

Galiba içimizden biri -sen miydin yoksa- elini kile basıp mağara duvarına yapıştırdı ya, geri çekilip baktı sonra. Suyun yüzüne düşmüş sırra benzemiyordu bu. Ne sürek avındaki ceylan deseni, ne yüreği ağzında tavşan nefesi. Kendisiydi, elleriyle var ettiği kendisi. Her şey de burdan başladı sanki. Kendi olmak zor, kendini duyurmak kolaydı.

Bu arada unu suyla kardık, kul ettiğimiz ateşe serdik. Ekmek ateşte pişti. Ekildi biçildi, mülkiyet bir çıban gibi toprakta uç verdi.

O zaman vay dedik halimize. Vay! Göğsümüzde insanlığımızın yaldızlı nişanları. Vurduk yollara. Söz gibi çiğnedik yolları. Binlerce atın soluğu kesti uçsuz bucaksız ovaları. Koştuk çağlar boyunca. Sözün hükmünü kılıç kesti, kılıcınkini barut. Yerle yeksan da bizdik, başı göğe eren de. Kan kokan meydanlarda, “yenenler yenilenlerin dikişsiz ak gömleğinde sildiler kılıçlarının kanını,” gördük o atların gözlerini. Görmez olaydık.

Masallardaki gibi az buz değil dere tepe değil ışık yılı gittik insanlığımızdan. “Okyanusun en ıssız dalgasına” yıldız tozlarına belendik. Güneş sızmayan ormanlardaydık, kaktüs bitmez çöllerde. Uzak gezegenlerin keşfiyle doluyuz şimdi. Yine de bu varsıllık içinde, elektrikler kesildiğinde dünyamız kararıyor çözemiyoruz bu yalnızlık burcunu.

Bir balondaymış gibi yükseldikçe atıyoruz safralarımızı, yine de yetinemiyoruz. Başımız göklerde keşfettiğimiz siyah gezegenler gibiyiz, gelen ışığı emiyor ama yansıtamıyoruz artık. Onca ışığa boğulmuş şehirlerde yıldızları hizaya sokan biz, tekini göremiyoruz.

Işıksız kaldık. Bugünü yaşamadan yarın bitiyor. Diyorlar ki, gelecek de birgün gelecek-ki herkesteki hayali cihan değer. Ya biz! O günlerin düşünü bir oyuncak gibi kuruyoruz. Tıpkı sözün efsunuyla dolduğumuz gibi, istiyoruz ki yine kuşlar toplasın buğday tanelerini, rüzgârın kucağına bıraksın.

Çöl kumuna düşen damlayla biriz. Kuzey yıldızı yeter yönümüzü bulmaya. Şuramızda duruyor bir iç gölün dışına taşma isteği. Geçmiş kayıp gitti elimizden. Yoksözün kerameti. Elimizde lime lime bir Papirüs. Caydık oyunumuzdan. Bozduk tılsımını sözün.

Yüzyılın çeyreğine ne kaldı şuracıkta. Korku çağı diyorlardı ardımızda bıraktığımıza, en fazla bir yıl sürerdi ölüm acısı, öyle diyordu şair. Ya şimdi! Doğru, dakikalarla ölçülüyor şöhretimizin boyu. Ölümüz ve dirimiz bir kuyruklu yıldızın ardında bıraktığı iz.

Ne desem az, ne desem fazla. Şaşakaldığımız bir çağ bu. Sosyolog öldüren cinsten. Ama şaşırmak ekseri bir çocukluk refleksidir. Bir anlama çabası, bir serin gel hali. Belki de sevinmeliyiz buna, biz de bu çağın şaşakalan çocuklarıyız.

Ahvalımız buyken sana bu mektubu inadına bir söz gibi yazıyorum. Kösnül bir öpücük gibi. Konduracak pulum yok, affet. Ne olsa mektuptur yine sen bilirsin kıymetini; başımıza geleni gideni bildiğin kadar.

Hem yıkma öyle gözlerini, umut da bir insanlık icadı değil mi? Bir de bakma “son” deyişime, tez elden yaz, mektupsuz koyma beni.

Bir şaşkın çocuk

(*) Göğü Delen Adam kitabından