Binlerce dize yazdı Nâzım Hikmet. Konuşur gibi yazdığı da oldu, sıkıcı yazdığı da. Kimi dizeleri tek bir kişiyi bile ilgilendirmedi belki ama kimisi bir toplumun kaderine hükmetti, yüreğini dağladı. Şairlerin hayat hikâyeleri, antolojiler yazıldı da, şöyle adamakıllı bir ‘şiir tarihi’ yazılmadı daha. Ama yazılsaydı, herhalde, önsöze şiirin hasıdır diye onun şu dizelerini yazmak gerekirdi: “Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak?” Belki de bütün bir felsefe bu sorunun altına inşa edilmişti.

İnsanı, onun ayrılıktan oluşunu, yalnızlıktan yoğruluşunu bundan daha derin, bundan daha net ve her şeyden ötesi daha kısa anlatabilen başka bir dize yazılmamıştı. Çok yalnızlıkların, çok ayrılıkların, çok ağlamaların bir cümlede özetlenişiydi.

Kuşkusuz onunki bir sürgündü. Değiştirmek istediği dünyanın ona oyunuydu. Cezasıydı. Onu yalnız kılmak için verdikleri ceza çoğalttı onu, fazlalaştırdı, koca bir çığ gibi kendisini sürgüne gönderenlerin başına sardı. Yalnızlık bazen çoğaltır insanı.

Oysa şimdi gönüllü sürgünler yaşanıyor her yerde. Her yerde kopup gitmeler, terk etmeler yaşanıyor. İnsanlar bırakın dünyayı değiştirmeyi, oldukları mekânların bile farkında olmadan yaşıyor. Bilinçli terk edişler bunlar. Çevrenize baktığınızda rahatlıkla göreceksiniz. Oturan bir insan ya da insan topluluğu varsa ellerindeki ‘akıllı oyuncaklarıyla’ sanal dünyalarda dolaşıyorlar. Terk etmenin yeni şeklidir bu artık. Yanındaki insanın, taşın, manzaranın, kuşun, binanın şeklini, anlattıklarını kaçırarak yaşıyor insanlar. Süslenmiş, perdelenmiş ama zorunlu kılınmış bir yalnızlıkla yaşıyor. Yalnızlık çoğu zaman azaltır insanı.

Oysa yalnızlık iki hallidir. Ben eski yalnızlıklarımızı özlüyorum. İnsanın çevresine akıp gittiği, onunla hemhal olduğu, sessizce konuştuğu, sustukça anlatır gibi baktığı ve daha da güzeli gördüğü her şeyi anladığı yalnızlıkları. Geçmişi ve geleceğiyle hesaplaştığı yalnızlıkları. İnsan olmanın en güzel halini. Şimdiki yalnızlıklarsa bilinçli sürgünlerdir. Ellerindeki akıllı telefonlarıyla aslında bulundukları mekânda ‘olmayan’, her daim bedeni başka ruhu başka yerlerde dolaşan insanların yaşadıklarıdır. Şimdi zorunlu yalnızlıklar süslenerek, daha da eğlenceli hale getirilerek yaşanıyor. Modern dünyamızda eğlence, yaşarken ölmenin öteki adı oluyor.

Söylemeyi unuttum öyle ya… Ben bu yazıyı size Paris’ten yazıyorum. “Mamafih/ Niye gelmişim, nereden gelmişim/ Neden buradayım/ Sanki/ Ekmeğe karışmışken toprağı özleyen buğdayım”…

Öyleyse ben eski yalnızlıkların en güzel adamı Cioran’ın mezarına gitmeliyim. Onun çehresi serttir, dili çataldır biliyorum. Ama derdimi ona dökmeliyim. Gördüğümü ona şikâyet etmeliyim.

Eski yalnızlıklarımız yok artık. Şimdiki yalnızlıklarımızsa derinleştirilmeli ve bir yarayı deşer gibi insanın içindeki insan yeniden ortaya çıkarılmalıdır. Çünkü bugünkü yalnızlık insanın kendi yarasını deşmeden kurtulması mümkün olmayan bir fazlalık halidir artık. Elimizdeki telefonların, güzel evlerimizin, büyük arabalarımızın, güvenlikli sitelerimizin fazlalık yaptığı bir hayatın dayattığıdır… Bu yalnızlık mutlaka deşilmelidir. Ve bunu ancak bir başka yalnız yapabilecektir.
Söylemiş miydim? Ben bu yazıyı size Paris’ten yazıyorum… “Beni aşağılayan, bir hiç yerine koyan kelimelerden/ ve tehlikeli, korkunç hayvanlardan kurtulduğum/ kendime doğru/ bir çıkış yolu bulduğum/ güzel bir zamanda…”

Cioran’ın mezarındayım. Onun karşısında konuşmakla susmak arasıyım. Birileri geliyor susuyorum. Birileri gidiyor konuşuyorum. Konuşmakla susmak arasıyım. Konuşmakla susmak arasıdır insan.

Şimdi diyorum, ilk hamleyi yapmalıyım akıllıca. Çünkü Şirazlı Sadi geliyor aklıma. İnsanı iki şey yiyip bitirir diyordu o: “Konuşmak isterken susmak zorunda kalmak, susmak isterken konuşmak zorunda kalmak…”. Kimselere aldırmadan konuşmaya başlıyorum onunla. Gençliğimden, memleketimden ve yıldızlardan açıyorum konuyu. Ben kendimi deştikçe huzur buluyorum, o beni dinledikçe zorundalıklarımdan sıyrılıyorum. Elimde medeniyetin bana dayattığı hiçbir şey olmaksızın karşısında saygıyla duruyorum. Anlattıkça anlıyorum memleketin gençliğimden daha uzak, yıldızlarınsa varılmaya umut vadettiğini.

Söylemiş miydim? “Çok Türkçe bir aşkın ortasında/ Çok Türkçe bir yağmurun mağarasında/ Çift kâğıtlının son dumanına sinen erozyonda/…/ Bu kartı sana ben büyük ihtimal/ Paris’ten atıyorum…”

*Şiirler: Küçük İskender’in Paris şiirindendir.