Deniz kenarında tek başıma oturmuş, yalnızlığı düşünüyorum. Bacaklarıma sürtünen şu kedi varken de yalnız mıyım mesela? İnsan en çok sonbaharda mı kendini yalnız hisseder? Ağaçlar yapraklarını dökerken, şehirler ve insanlar da yalnızlığını mı giyer? Birkaç gündür hava güneşli, sıcak; sonra biliyorum ki yağmur bulutları dolduracak gökyüzünü.

Yalnızlık denilince akla neden çoğunlukla hüzün gelir? Belki de Marguerite Duras’ın ‘Yazmak’ta bahsettiği gibi, çoğu insan yalnızlığa, yalnızlığa neden olan o ‘kuşku’ya dayanamadığı için: “İnsan yaşamında bir an gelir ve sanırım bu, yazgısal bir andır; kaçamazsınız, o anda her şeyden kuşkulanırsınız: evliliğinizden, dostlarınızdan, özellikle, oluşturduğunuz çift olarak sahip olduğunuz dostlardan. (…) Ve bu kuşku, kendi çevresinde büyümeye başlar. Bu kuşku, yalnızdır, yalnızlığın kuşkusudur bu. Ondan doğmuştur, yalnızlıktan.”

Duras, yalnız olmadan, yalnızlığın kuşkusu olmadan yazar olunamayacağını iddia eder. Bu iddiayı, insanın kendisi olabilmesinin bir koşulu olarak da genişletebiliriz. Varoluşçuların, insanın kendisine ‘hiçlik’ten bakabildiği zaman asıl varoluşun mümkün olabileceğine dair sözlerini de hatırlayınca. Winnicott da benzer tespitlerde bulunuyordu, daha yeni YKY’den ‘Piggle - Küçük Bir Kız Çocuğunun Psikanalizle Tedavisi’ çıkmıştı. Winnicott çocuğun ‘yalnız kalabilme kapasitesi’nin öneminden bahseder diğer kitaplarında da.

Peki nasıl gelişiyordu bu yalnız kalabilme kapasitesi? Anne, çocuğun ihtiyaçlarını eşduyumlu olarak karşılamak dışında, onun sakin dönemlerine, yalnızlık deneyimlerine müdahale etmeden eşlik edebiliyorsa… Anne eğer sürekli müdahale eden, karışan biriyse, çocuk ya yalnızlıktan ürkecek, yalnız kalamayacak ya da yalnızlığa kaçıp etrafına duvarlar örecek.

Yalnızlığın acı vermesi, sadece Duras’ın bahsettiği o ‘kuşku’yla ilgili olmasa gerek. Winnicott’ın ‘Oyun ve Gerçeklik’ kitabında, doğum gününe ‘ölüm günü’ diyen danışanına söylediği şu sözleri hatırladım: “Bir sürü şey oluyor ve geçip gidiyor. Onlarla birlikte sen de birçok kez ölüyorsun. Ama orada biri olsa, olup bitenleri sana geri verebilecek biri olsa, bu ayrıntılar senin birer parçan olur ve ölmezler.”

Yalnızlıktan acı çekmenin nedeni belki de buydu; birçok kez ölürken, ölen o parçaları sana geri verecek birinden mahrum kalmak. Aynı danışan, Winnicott’a şöyle sesleniyordu hıçkırıklar içinde: “Neredesiniz? Niye bu kadar yalnızım?.. Niye hiç önemim yok artık?”

İnsanda ‘kendilik’ duygusu, güvenini boşa çıkarmayan, bağımlılığın şartlarını yerine getiren biri tarafından gözlemlenip geri yansıtıldıkça ortaya çıkıyordu. Eğer çocuklukta yeterince ve gerçekçi bir aynalama yapılmamışsa, yetişkinlikte yalnız kaldığında kim olduğunu, ne hissettiğini bilemeyebilir ve parçalara ayrılıyormuş gibi hissedebilirdi o kişi. Belki de Duras’ın bahsettiği o her şeyden kuşkunulan yazgısal anda, o derin yalnızlıkta insanların kalamamasının nedeni buydu.

Duras, tıpkı Winnicott’ın “Bir sürü şey oluyor ve geçip gidiyor. Onlarla birlikte sen de birçok kez ölüyorsun” dediği gibi, yazarların da kendi kendilerine her gün ölebilecekken ölmemek için yazmalarına neden yalnızlıktan söz ediyordu.

Deniz kenarında tek başıma oturmuş, yalnızlığı düşünüyorum, o hem çok korkulan, hem de arzulanan yalnızlığı… Yalnızlık korkusunu aşmadan, insan kendi hayatını yaşayamazdı.