Márquez, "Veba zamanı gibi tüm dünyayı etki altına alan salgın hastalıklara karşı hep bir takıntım oldu, çünkü böyle zamanların büyük şölenler ve büyük sevinç günleri için bir motivasyon sağladıklarını düşünüyorum" demiş.

Yalnızlık labirenti

SEMİHA DURAK

Her şeyin, şu an içinden geçtiğimiz, tanıklık ettiğimiz bütün hikâyelerin gerçekte ne zaman başladığını söyleyebilir miyiz?

Başlangıcında değiliz hiçbir hikâyenin. Sonunda da. Bu gezegende zaman palindrom gibi akıyor.

Geçmişin hiç geçmediğini söyleyen Faulkner'in yanılmadığını düşünüyorum. Evimden, geçmişimi kucaklayan coğrafyalardan kilometrelerce uzakta, Meksiko şehrinde bir kafede oturmuş kahvemi yudumlarken. Herhangi bir kafede değil, Café La Habana’dayım. Böyle mekânlar bugün, geçmiş ve geleceğe aynı anda bakabilmeyi sağlayan bir zaman tasavvuru sunuyor insana. Dün, bugün, yarın ve aradaki birkaç nokta bu masaların ve duvarların bütün katmanlarına sızmış olmalı.

Kafeler, yüzyıllar önce hayatımıza girdiklerinden bu yana yeme içme yerleri olmanın ötesinde hayatın, dünyanın nasıl olması gerektiğine dair yeni fikirlerin yaratıldığı, paylaşıldığı özel mekânlar oldular her zaman. Bazıları tarihin yönünü değiştiren buluşmalara sahne oldu. Café La Habana da böyle mekânlardan biri.

1952’deki açılışından önce tarım makinaları deposu olan olarak kullanılan kafe, birkaç blok ileride bulunan gazete ofislerine yakınlığından dolayı gazetecilerin, entelektüellerin ve yazarların müdavimi olduğu, yaşayan bir mekâna dönüşmüş. Müdavimleri arasında Octavia Paz ve Gabriel García Márquez de var. Ama benim buraya, Café La Habana’ya gelmemin tek nedeni, hatta belki asıl nedeni onlar değil, başka müdavimler. Yolları ilk kez 1955 yılında Meksika’da kesişmiş olan Fidel Castro ve Che Guevara’nın Küba devrimini planlarken bu kafede buluştuklarını öğrendim. Heyecanlıyım. Büyülenmiş gibi etrafı seyrederken onlar için kavrulan kahvenin kokusunu ve duvarlara sinen seslerini duymaya çalışıyorum. Sanki az önce yanımdan yürüyüp geçmiş, şu köşedeki masaya oturmuşlar. Kapı kollarında, masaların ve sandalyelerin kenarlarında bıraktıkları parmak izlerine dokunursam, iç içe geçmiş zamanların arasından onları ve onlar kadar güzel olan her şeyi çekip çıkarırım sanıyorum.

Che ve Fidel’in bu tesadüfi karşılaşmasına zemin hazırlayan ülke olan Meksika’nın, Küba Devrimi dolayısıyla da tüm Latin Amerika tarihinde ayrı bir yeri var. Burada başlayan ve sonsuzluğu kucaklayan bir dostluk, imkânsız sözcüğünü bir süreliğine de olsa tarihten silen, cesur, inatçı ve dünyanın en güzel meydan okuyan hikâyelerinden birine imza atıyor. 1956 yılının Kasım ayında, Meksika’daki Tuxpan limanından yola çıkan Granma (Büyükanne) adlı 12 kişilik tekne, içlerinde Che ve Fidel’in de olduğu 82 devrimci ve üç bin portakalı Küba'ya taşımak üzere yola çıkıyor ve Yunan mitlerindeki yolculukları ya da Latin Amerika edebiyatının büyülü gerçekçi hikâyelerini aratmayan müthiş bir serüven başlıyor. Che’nin "her tür insandan oluşan cehennem gibi bir kalabalık” dediği küçük teknedeki erzakları portakaldan ibaret. Yedi gün süren yolculuğun sonunda Küba'ya vardıklarında asıl yolculuk, Granma’nın tarih kitaplarındaki kutsal yerini almasını sağlayan “uzun ve zorlu” devrim mücadelesi başlıyor.

Fidel ve Che’nin Meksika’dan ayrılmasının (ve Küba’da gerçekleştirdikleri devrimin) ardından, 1961 yılının Haziran ayında, Gabriel García Márquez ve ailesi sahip oldukları son yirmi dolarla “leylak rengi bir günbatımında” Meksika’ya vardı. Bu da hem onların hayatını hem de Latin Amerika edebiyatının seyrini değiştiren bir yolcuğun başlangıcıydı. Şehre gelir gelmez Cafe La Habana’yı keşfeden Márquez'in, burada otururken aldığı notlardan onun tüm dünyada tanınmasına neden olan Yüzyıllık Yalnızlık romanı ortaya çıktı. Adında yalnızlık geçen başka bir kitap, Yalnızlık Labirenti Márquez'den on yıl önce Cafe La Habana'nın müdavimlerinden olan Octavio Paz tarafından, yine Meksika'da yazılmıştı. Doğup büyüdükleri Latin Amerika'yı çok iyi tanıyan bu iki yazarın, bu topraklara dair anlattıkları büyülü ya da büyüsüz bütün gerçeklikler için yalnızlık kelimesini başlık olarak seçmesi pek tesadüf olmasa gerek.

Octavia Paz, şiirsel bir dille yazdığı deneme kitabı Yalnızlık Labirenti'nde "Kendimizin keşfi, dünya ile kendimiz arasında yalnız olduğumuzun farkına varmamızla başlar" der. Gerçekten de doğru. Her şeyi kendi başımıza yapmak zorunda olduğumuz anın, aynı zamanda kendimiz olmamızı ve hayatta kalmamızı sağlayacak an olduğunu sonradan anlıyoruz. Paz, "Latin Amerika'daki gibi gelişmekte olan uluslarda da benzer bir durumun oluştuğunu" söylüyor ve "Bu topraklarda varoluş biz kimiz ve nasıl biz oluyoruz? Sorularıyla tezahür eder" diyor. Latin Amerika kimliğinin ve tarihinin alegorisi olan Yüzyıllık Yalnızlık da aynı şekilde kahramanların kendilerini, kimliklerini, kültürlerini keşfetmelerinin romanıdır. Márquez metaforlar, semboller ve masallarla ördüğü kurgusunda fantastik bir aile hikâyesi üzerinden aslında doğduğu ülkenin, Kolombiya'nın tarihini, halkını anlatır. Politik, sosyal ve ekonomik… Bölgeye dair ne varsa her şey onun o büyülü kelimelerinin arasından gülümseyip göz kırpar. Muz şirketleri tarafından sömürülen işçilerin katliamı ne kadar gerçek ve unutkanlık hastalığına yakalandıklarından hiçbir şeyi hatırlamayan kasabalılar ne kadar da bugünün insanlarıdır. Yalnızlığın getirdiği yaratıcılıkla kendilerini keşfedip var eden insanlar, sonradan kim olduklarını unutup aynı şeyleri keşfetmeye, her şeye baştan başlarlar.

Yüzyıllık Yalnızlık'ın yayımlanmasının ardından, Márquez ve Fidel arasında yine sonsuzluğu kucaklayan güçlü bir dostluk kurulur. "Dünyanın en tatlı adamı" dediği ve çok dikkatli bir okuyucu olduğunu söylediği Fidel'e romanlarının taslaklarını gönderir. Birlikte kitaplar okuyup kitaplardan konuşurlar. Bir keresinde Fidel'e Bram Stoker'in Drakula kitabını getirip "Harika bir gotik korku romanı" diyerek verir. Ertesi sabah Fidel gözleri şişmiş bir şekilde kahvaltıya gelir ve Márquez'e şöyle der; "Piç kurusu, senin yüzünden bütün gece uyuyamadım."

Fidel'in ve Che'nin hiç uyumadıklarına dair efsanelerin dolaştığını duymuştum. Onları uyutmayan şey Stoker'in Drakula'sından çok, Marx'ın kan emici vampir olarak tanımladığı kapitalizm olmalı. Bitmeyen salgın bir hastalık gibi insanlığın iki yüz yılına yapışıp kalan, bir türlü ölmek bilmeyen ve gittikçe daha da vahşileşen bu karanlık düzen...Yıllardır ambargolar ve yaptırımlar ile yalnız bırakılan, yoksulluğuyla var olmayı başaran Küba’nın üzerinde dişlerini çıkarmış bekliyorlar yine. “Bu daha başlangıç” demiş Trump’tan farklı olduğu sanılan Biden. Ama bu “harika gotik korku romanı” zaten çoktan başlamamış mıydı? Değişen bir şey yok, yeni bir şey yok. Sadece Latin Amerika değil, hafıza kaybı yaşayan bütün dünya halkları Fidel ve Che’yi uyutmayan vampiri, insanlığın başına gelen en büyük salgını yenip yok etmediği sürece de her şey aynı kalıp gidecek. Hep aynı yalnızlığın labirentinde kendimizi aramaya devam edeceğiz. Her seferinde yenilip başa döndüğümüz hikâyelere değil, o büyülü kahramanlık masallarına ihtiyaç var yine. En güzel hikâyelerin başladığı uzun yolculuklara...Yoksa palindrom gibi akmaya devam ediyor zaman.

Parlak bir hafıza. İnsanın bundan başka bir şeye ihtiyacı yok. Buralarda keşfedilmemiş, öğrenilmemiş bir şey kalmadı geriye. Daha önce öğrenilip unutulanlar, geçmiş deneyimler, zaferler ve yenilgiler yeniden hatırlandığında aynı yerde saymaktan kurtulma şansı doğabilir ancak. Hikâyeyi değiştirmek o zaman mümkün olur ve iki yüzyıldır içinde kaybolduğumuz bu yalnızlık labirentinden nihayet bir çıkış bulunur. Faulkner’in geçmez dediği geçmiş de o zaman geçip gider belki.

Salgın hastalık zamanlarında var olmaya çalışan insan hikâyeleri anlatmayı seven Márquez, "Veba zamanı gibi tüm dünyayı etki altına alan salgın hastalıklara karşı hep bir takıntım oldu, çünkü böyle zamanların büyük şölenler ve büyük sevinç günleri için bir motivasyon sağladıklarını düşünüyorum" demiş.

Umarım haklıdır. İçinde sıkışıp kaldığımız bu zor zamanlar, birbirini tekrar eden ve yalnızlıkla örülü günlerini alır gider ve beklenen, hep hayal edilen, o başka türlü şölen artık başlar.