Yalnızlık ömür boyu

Okan ÇİL

1996’da ilk kez ‘Şaşıfelek Çıkmazı’ ile kamera karşısına geçen Başak Daşman’ı günümüze gelene değin bir sürü dizi, film ve oyunda gördük. Çokça beğeni toplayan oyunculuğunun altında Mimar Sinan’dan Sanat Tarihi, Müjdat Gezen’den de oyunculuk diplomaları yatıyor.

Oyunculuğun yanı sıra birkaç kısa filmin senaristliğini ve yönetmenliği de üstlenen Daşman’ın yazıyla da arası iyi. Senaryonun yanı sıra çeşitli denemeler ve öyküler de kaleme alıyor. Daşman’ın ilk öykü kitabı olan ‘Kırk Evin Delisi’ 2017’de yayımlandı. ‘Gördüm Çiçeği’ adlı ikinci öykü kitabıysa geçtiğimiz günlerde raflara girdi. Kitapların ikisi de İthaki Yayınları etiketine sahip.

İLETİŞİMSİZLİK SARMALI

‘Gördüm Çiçeği’ toplamda on öyküden oluşuyor. Kitaba ismini veren öykü üç arkadaşın yol üzerinde tesadüfen denk geldikleri bir dükkânda yaşadıklarını konu ediniyor. Buhurdanlıklar, çeşitli şişeler, mumlarla dolu bu esrarengiz dükkânın sahibi, başlıyor müşterilerine gördüm çiçeğini anlatmaya:

“Bu, Gördüm Çiçeği.

Kokusu, ilk defa birinin sizi anladığını hissettiğinizde kalbinizde oluşan frekansla aynı dalga boyutundadır.”

Dükkân sahibi gördüm çiçeğini anlatmak için bir araba dolusu laf etse de bu cümle bir akarsu gibi öykünün başından sonuna dek uzanıyor. Ne de olsa herkes eksik olduğu yerden vurulur. Bu üç karakteri de etkileyen esas şey de çiçeğin ‘sihri’ ve şişelenip satılan kokusu değil, oradan hareketle yeniden duyumsadıkları kendi eksiklikleridir.

Aslında bu sadece ‘Gördüm Çiçeği’ne has bir durum değil. Daşman’ın öykülerindeki karakterler birbirlerine benziyorlar. Genelini orta yaşlı kadınların oluşturduğu karakterler farklı şeylerden muzdarip olsalar da iş dönüp dolaşıp yine iletişimsizlik kavramında toplanıyor. Örneğin Rebecca’da, bir telefon görüşmesinde sarf edilen, “Peki sen nasılsın kızım?” cümlesinin peşine takılıp koca bir ömrün muhasebesine girişilirken, başkarakter, “Otuz beş yıl boyunca kimse benimle gerçekten konuşmadı!” diye haykırıyor.

Duvarların arasına sıkışmış bir başka iletişimsizlik örneği de ‘Hegel’in Parkı’nda karşımıza çıkıyor. Ters çevirdiği şemsiyesini bir torba gibi kullanarak boş teneke kutu toplayan biriyle başlıyor öykü. Ancak sonra anlıyoruz ki bu ‘içeriden’ birinin gözlemi. ‘İçeri’nin ‘dışarı’yla kurduğu bu ilişki her ne kadar iyi niyetle, şemsiyeli adama yönelik bir yardım fikriyle devam etse de, oldukça manidar bir finale bağlanıyor.

Daşman, günümüz orta/orta üst sınıf kadınının maruz kaldığı yalnızlık hissini öykülerinde başarılı şekilde işliyor. Karakterlerin çıkışsızlığı hem feminist bir yerden hem de varoluşsal bir bakıştan yansıtılıyor.

‘HERKES AYNI HİSSEDİYOR’

Kitaptaki öyküler -Anı Yasası hariç- birinci tekilden yazılmış. Bu tercih de yukarıda değindiğim ortak temalar üzerinden düşünülebilir sanıyorum. Bunların dışında kitaptaki iki öykünün diğerlerinden ayrı bir yerde durduğunu söyleyebiliriz. İlk öykü ‘Anı Yasası’ ve son öykü ‘Kök’ konu itibarıyla farklı ve daha kapsamlı bir atmosferle karşımıza çıkıyor.

‘Anı Yasası’, vatandaşlarının mutluluğunu düşünen devletin çıkardığı bir yasaya dayanıyor. Dahası bu yasadan on iki yıl sonra değişen ülkedeki iki insanın hikâyesine: Dima ve arkadaşının. İnsanlar depresyon ve melankoliden kurtulmak için onları hüzne boğan eşyaları geri dönüşüme gönderiyorlar, böylece hem kötü anılarından kurtuluyor hem de ekonomiye bir katkı sağlanmış oluyor. Dima ve arkadaşı ise kaçak çöpçülük yapıyorlar. Anılarından kurtulan insanlara yardım etmek için.

‘Kök’te ise kadınların bir gecede bahçelerindeki toprağı kazıp açtıkları tünellerle yer altını ellerine geçirmeleri anlatılıyor. Ben-anlatıcı da bunlardan biri. Söylemleri anlamında kitaptaki en radikal öykü de bu sanıyorum.

“Etrafımdaki hemen hemen herkes aynı şeyi söylüyor, aynı duyguyla boğuşuyor... O yüzden normal bir vakitte içine dönebilirsin çocukluk travmalarınla yüzleşmek için ama şu an hissettiğin şeylerin çoğu çocukluğunla değil, tam şu anla, sokağınla ilgili… Hepimiz hasta olduğumuzu biliyor ama bulaşmasını umursamıyormuş gibi hissediyoruz. Bir tek biz hastaymışız gibi hissediyoruz ama değil. Çünkü herkes aynı şeyi hissediyor.”

Yaz Bunları! adlı öyküde böyle diyor Ayşe, Daşman’a. Sonra da yaz diyor. Yaz bunları. Yalnızlığın, iletişimsizliğin, melankolinin bir modern çağ hastalığı olduğunu düşünürsek yazar olan Daşman’ın, kurmaca karakterinden aldığı öğüdü bu kitabıyla bir kez daha tuttuğunu söyleyebiliriz.