Bu ülkede uzun süredir, karabasanlarla mışlar-gösteriler arasında dolaşıyoruz; gündem de bunlardan oluşuyor. Bir gazetede köşe tutan biri olarak, çok zaman ben de gündeme dalıyorum ama bir yandan da içim sıkılıyor! Dön baba dön, benzer konular ve deyişler içinde dolanıp durmanın ve yeni bir şeyler söyler gibi yapmanın anlamsızlığı canımı sıkıyor.

Örneğin bugün gündemi yazmaya kalksak, güne özgü yansımaları değişse de, ya terör ve savaştan, ölüm ve yıkımdan; ya başkanlık arayışı ve bu uğurda yaratılan kaos ile çiğnenen hukuktan; ya Sarayın artan gücüne karşı AKP’de kenarda kalanlarda başlayan küçük kıpırdanmalardan; ya ana muhalefet partisindeki atalet ile 7 Haziran seçimi sonrasında olduğu gibi yine AKP’nin oyununa gelme ihtimalinden; ya dış politikadaki tökezlemeler ile ABD’ye kafa tutmaya kadar varan PYD korkusundan; ya Emevi Camii’nde namaz kılma hülyasından bunca göçe katlanmak bir yana şimdi asker göndermeye kadar geldiğimizden; ya sınırlarımız dayanan yeni göçler ile sularımızda boğulan, kentlerde aç açık donan zavallılardan; ya sokaklardaki artan şiddet ile arkası kesilmeyen kadın cinayetlerini konu alan sosyolojik tahlillerden; ya yeni yasalarla istihdamın daha da esnekleştiren düzenlemeler ile “sendika olmaktan çıkan” sendikalardan söz etmemiz gerekecek.

Bunların her biri için sayfalar tutan analizler yapılıp akıllıca laflar edilebilir. İyi de, hangisi yeni; hangisi konuşulmamış; hangisi üstüne sayfalarca analiz yapılmamış ki! Tüm bunlar, nedenleriyle de, çözümleriyle de yıllardır irdelenen konular; yalnızca medyada yazılanları bir araya getirsek koca dosyalar ortaya çıkar. Ancak, nedense, bir türlü çözüm bulunmaz! İşin püf noktası da, bu pek konuşulmayan “nedense” meselesinde! Asıl konuşulması gereken konu da burada.

“Batı uygarlığının çöküşü” adlı küçücük bir kitap var; yazarlar, küresel ısınmanın yol açacağı küresel yıkımla ilgili karanlık bir senaryo kurgulamışlar. Konu ve kurgulanan senaryo kuşkusuz ilginç ama kitaptaki bir vurgu da, günümüzde bir çok konuyu kaplayan çözümsüzlüğü özetlemek açısından ilgi çekici. Şöyle diyor: “İnsanlık tarihinin bu acıklı dönemini araştıran bir tarihçi için en hayret verici durum, kurbanlarının başlarına gelenin ne olduğunun ve bunun nedenlerini biliyor olmalarıdır.” Yani, bu yüzyılın sonuna doğru yeryüzündeki türlerin yüzde 60-70’inin tükenmesiyle sonlanacak bir felaketi Batı uygarlığı biliyor, -ortada onlarca bilimsel rapor ve yüzlerce veri var-bunu önleyecek bilgi ve teknolojiye de sahip; yine de, bu gidişi engelleyememekte!

Yazarlar, bunun nedenini temel olarak “pozitivizm ve piyasa köktenciliği” gibi iki ideolojiye bağlıyorlar. Piyasa köktenciliği denilince de, beraberinde, neo-liberalizmin egemenliği ile gücün, -yazarların “karbon yakma teşkilatı” olarak adlandırdıkları- fosil yakıt kullanımında çıkarları olan siyasal ve ekonomik aktörlerin elinde toplanmasını düşünmek gerekiyor.

Haklılar! Bugün karşımıza açılan Ortadoğu belası ve vahşetinin gerisinde de “karbon yakma teşkilatı” ile bunun arkasındaki egemen siyasal-ekonomik aktörler var. Zaten biline!

Durumun vahametini arttıran bir şey daha var! Tüm bunlar, demokrasi, haklar ve özgürlükler, hukukun üstünlüğü gibi kurum ve değerlerin geçerli sayıldığı bir çağda olmakta! Bunlar var ama bu kurum ve değerler, insanlar ve küresel-toplumsal çoğunluk için yıkıcı bir dünyayı önleyemiyor.

Ülkedeki sorunlar açısından da geçerli bu durum. Kürt sorunu ve birlikte yaşamak için yapılması gerekenlerden, demokrasi, hukuk ve özgürlük açısından karşılaştığımız çıkmazlara; işsizlik ve güvencesizlik meselesinden yoksulluk ve adaletsizlik sorunlarına kadar birçok konuda söylenmeyen kalmamış gibi! Bilgi açısından bir eksiğimiz yok; çözümler de biliniyor ama bilirken yapamıyoruz! Çağımızın değerleri ve kurumlarına da en azından biçimsel olarak sahibiz ama bir işe yaramıyorlar!

Tabii, bu kurum ve değerlerin yetersizliklerimiz açısından, içimizdeki ayrılık ve kutuplaşmalar, demokrasinin eksiklikleri, toplumsal güçsüzlük, post-modern çağda görecelilik, geçicilik ve kültürelcilik gibi değerlerin öne çıkması, tüketim toplumunun bencil ve boşvermiş insanı gibi birçok faktör sayılabilir. Ancak bunları, neden olarak mı, yoksa neo-liberalizmin küresel düzeydeki egemenliğinin sonuçları olarak mı görmeliyiz? Orası önemli!

Sonuç olarak, küresel-toplumsal düzeyde çoğunluk için seyirci olmaktan öte bir rol öngörülmüyor. Kimi zenginliğinden ve kendini kurtarmış olmaktan hoşnut, kimi badireler ve yoksunluklardan bitap yığınların, kendi küçük dünyası içinde debelenmesi istenmekte. Yani liberalizmin ve demokrasinin “has öznelerine” düşen, ancak kendilerini kurtarmak olabilir!

Ne demişlerdi; kapitalizm kazandı, tarih öldü!

Tarih öldü ve küresel ısınma gibi “küresel bir gazap” da kapımızda; Ortaçağdaki gibi birbirine düşman kentler, ırklar, dinler arasındaki 30-40 yıllık savaşlar da!