Sosyal medyada, siyasetçilerden sanatçılara, gençlerden ihtiyarlara sürekli insanların çelişkili hallerini gösteren haberler, caps’ler, yorumlar paylaşılıyor. Bir insan nasıl hem öyle, hem böyle olabilir şaşkınlığı...

Bu şaşkınlığa neden olan şey, günümüzde insanların pek çoğunun birbiriyle uyumsuz özellikleriyle yamalı bohçayı andıran bir benliğe sahip olması. Bu yamalı bohçaya benzeyen benliğin sanki bir bütünmüş gibi yaşlantılanabiliyor oluşu da, gerçekliğin algılanışındaki parçalılıktan kaynaklanır, çünkü gerçekliğin artık üretilen bir şey olduğuna inanılır. Ama işin aslı, psikoterapi uygulamalarından da biliyoruz ki, gerçeklik ve hakikat, üzerlerinde öyle kolayca oynanabilecek, üretilecek ya da yok sayılacak şeyler değildir.

Bu açıdan, Otto Rank’in “Hakikat ve Gerçeklik” kitabıyla Rainer Funk’un “Ben ve Biz” adlı kitabına bakınca, biri Freud’un, diğeri Fromm’un takipçisi olan iki psikanalistin düşünceleri arasındaki fark ilgi çekici. Funk, kitabın altbaşlığında da belirtildiği üzere günümüz insanını postmodern olarak tanımlıyor ve bu postmodern insanı da gerçeklikle ilişkisine göre aktif ve pasif olarak iki gruba ayırıyor. Otto Rank de Freud’un benlik modelini eleştirerek, insanın gerçeklikle ilişkisi üzerinden “yaratıcı benlik” adını verdiği bir model öne sürüyor. Rank’e göre alt ve üstbenliğin arasına sıkışmış benlik, irade aracılığıyla özgürleşerek kendisini yaratabilir, biyolojik belirlenimciliğe karşıydı. Sanatçılar üzerine yaptığı çalışmalar, bu açıdan ona yol göstermişti. Rank’in bu tespiti, sanki postmodern insanın gerçekliği değerlendirişiyle örtüşüyor izlenimi verir. Zaten günümüzde, özellikle kişisel gelişim kitaplarında sık sık duyduğumuz şey, ben-odaklı hayat tarzına uygun olarak üretilen “Ben, ben olduğum ölçüde benim” değil midir? Bütün kuralların, ölçülerin, sınırların ötesinde, özerk ve özgür bir ben olma iddiası, bir tümgüçlülük fantezisi olarak mı yorumlanmalı, yoksa bu çağın bir hakikati olarak mı kabul edilmeli?

Öncelikle Otto Rank, günümüz postmodern bireyi gibi gerçekliği bütünüyle değiştirilebilir, yeniden üretilebilir bir şey olarak görmüyor. Winnicott’ın “Oyun ve Gerçeklik”te uzun uzadıya ele aldığı gibi gerçekliğe yaratıcı bir biçimde müdahale edilebilmesinin nasıl olabileceği üzerine kafa yoruyor. Funk ise, günümüz postmodern benlik modelinin, Fromm’cu olmasının da etkisiyle sosyoekonomik koşullar tarafından üretildiğini iddia etse de umutsuz değil. Üretken ve üretken olmayan iki benlik modeli üzerinden açıklıyor yaşananları. Üretken ben-odaklı kişi, üretken olmayan kişiye göre gerçekliği fazlasıyla hesaba katıyor; bu açıdan da Otto Rank’in “yaratıcı benlik” dediği şeyle daha uyumlu.

Üretken olmayan pasif benlik modelini yaşayanlarsa, kendileri için üretilmiş hazır gerçekliklerle yetiniyorlar; özerklikten ziyade bir gruba ait olma, gerçekliği iç ve dış, iyi ve kötü gibi net sınırlarla bölerek, dağılma endişesiyle farklı olana mesafeli durma gibi davranışlar geliştiriyorlar. Bu da anlamı tahrip ederek ya kaderci ya da nihilist bir noktaya savrulmasına ve her şey boş noktasına varmasına neden olabiliyor.

Bunun bir sonucu olarak, pasif model, “yapma” üzerine kurulu bir hayat sürüyor, sürekli bir şeyler yapma ihtiyacı duyan, ama ne kadar çok şey yaparsa yapsın içindeki boşluğu dolduramayan, kendi hayatı ya da ilişkisini bir proje gibi değerlendirerek yaşayan… “Olma”dan “yapmak” nafile bir uğraş, ne kadar çok şey yaşarsa yaşasın, yaşamış gibi hissedemediği bir hayat sürmek durumunda kalabiliyor.

Otto Rank, eninde sonunda insanın bütünleşme ihtiyacıyla hareket ettiğini yazmış kitabında, “kişi kendi olduğu şeye doğru gelişir”, ama bu gelişme, bütünüyle çelişkilerden ve çatışmalardan kurtulmak anlamına gelmez. Funk’ın “üretken”, Rank’in “yaratıcı” dediği benlik modelini düşünmek rahatlatıcı, gerçeklik ve hakikat bir yere kaybolmuş değil…