Yan yana, yana yana

GÖNÜL ÇATALCALI

Gün ağarırken uyandı Beybun. Her yanı romatizmadan sızım sızım. Aralıksız yağan yağmur dün akşam en sonunda dinmişti, ama toprak evin tabanı hâlâ nemliydi. Yanında yatan kocası bütün yorganı üzerine almış, yusyuvarlak olmuştu içinde. İyi adamdı Başo, yavaş adamdı, ama deli yatardı işte.

Daha kırkında bile değildi Beybun, her yanını sarmıştı bu illet. Yatakta oturdu, belini, sırtını ovmaya çalıştı gücü yettiğince. Sonra bacaklarını, ayaklarını. Yavaşça soyundu, yatağın yanındaki günlük giysilerini kat kat geçirmeye başladı üzerine. En sonunda yazmasını örttü, çatkıyla sıkıca bağladı başını. Kalkarken bütün kemikleri çatırdadı, duydu. Bahara yaza vardı daha, çok vardı. Buraların, karı, yağmuru, soğuğu bitmek bilmezdi.

Elini kolunu hareket ettirdi. Çatır çatır öttü parmakları. Boynunu takırdattı en son. Şöyle bir silkindi, evet hazırdı artık güne. Kapının kilimini aralayarak çıktı odadan.

Her yanı isle kaplanmış ocağa göz attı. Çalı çırpı, odun, tezek kalmamıştı kovada. Ocağın içini temizledi, tenekeye külleri doldurdu, kalın, nasırlı elleriyle, kovayı alıp dışarı çıktı.

Yüzü aydınlandı birden. Hava çok soğuktu ama günlerdir ilk kez böyle ışımıştı. Bulutsuzdu gökyüzü. İçini bir sevinç dalgası kapladı. Ağrısı sızısı azalmıştı sanki. Doğruca yakacakların durduğu küçük bölmeye seğirtti. İçeri girdi eğilerek, bir kucak odun ve çalı çırpıyla çıktı, kovaya boşalttı onları, yeniden girdi iki büklüm.

Odunlar nemliydi ama ne gam! Yağmur dinmişti ya!

Şimdi biraz zor da olsa ocağı yakar, şöyle bolca hamur tutar, akşamdan kalan haşlanmış patateslerle çökeleği karıştırıp gözleme yapardı. Bir demlik de çay. Sonra uyandırırdı kocasını, oğullarını… Çalo’yu, Cemo’yu, Dibo’yu… Çalo en büyükleriydi. İki ay sonra askere gidecekti. Misafirdi yani. İçi titrerdi ona bakarken.

Odunlar epeyce zor tutuştu. Her yer dumana boğuldu, ateş harlanınca bacadan çıkıp gitti genzini yakan gri bulutlar.

Patatesleri ezip çökelekle karıştırarak gözlemenin harcını hazırladı. Hamurdan bezeler yaptı, yuvarlak topaklar. Üzerlerini nemli havluyla örttü.

Ocağın içindeki küçük sacayağına çaydanlığı yerleştirdi, öndeki büyüğüne gözleme sacını.

Yuvarlak hamur tahtasını ocağın yanına getirdi, malzemeleri yanına alıp yayvan odun kütüğünün üzerine oturdu. Su kaynamıştı, çayı demledi.

Isınmış, bedeni gevşemişti. Hafiften bir türkü dolandı diline. Sözlerinin tümünü bilmiyor, “nay nay nay…” diyerek dolduruyordu boşlukları. Bezeleri oklavayla açıp içine malzemeleri koyuyor, ustaca kapatıp yan taraftaki örtünün üzerine yerleştiriyordu. En sonunda bütün topaklar bitti. Şimdi hazırladıklarını pişirmeye gelmişti sıra, işin en eğlenceli kısmına yani.

Bir gözlemeyi geniş sacın üzerine koydu. Dilindeki türkü daha hareketlendi.

“Nanay, na na, nay na na...”

Pişen hamurun kokusu her yeri kaplamıştı.

“Kolay gelsin…” dedi Başo, uyanmış, giyinmişti. Bahçeye çıktı, az sonra elini yüzünü yıkamış, geri döndü. Tel dolaptan bir bardak aldı, içine şeker attı, karısına uzattı bardağı,

“Bir çay koy hele sen bana. Hava düzelmiş be Beybun, güneş çıkmış, toprak kurumuş azıcık…”

Beybun çayı verirken kocasına baktı,

“He ya, romatizmalarım da geçer belki…”

Başo yanı başına oturdu karısının, tütün kesesini kucağına koyup sigara sarmaya başladı.

Mis gibi gözleme kokusuna birazdan çocuklar da kalkardı.

Hamur tahtasını toplarken evin en küçüğü Cemo gözlerini ovuşturarak çıktı ağabeyleriyle birlikte yattığı odadan. “Terlik giy ayağına oğlum…” dedi babası. Kapıya dizilmiş plastik terliklere bir tekme attı Cemo, yalın ayak dışarı koştu yüzünü yıkamak için. Karı koca güldüler beş yaşındaki Cemo’nun hâline, sabah huysuzluğuna.

Yer minderlerinin önüne sofra örtüsünü serdi Beybun, kasnağı koydu, tepsiyi yerleştirdi üzerine. Dolaptan çay bardaklarını, kaşıkları, şekeri alarak tepsiye dizdi. Tenceredeki sıcacık gözlemeleri de getirdi.

Belini doğrulttu, kocasına baktı. Başo hâlâ ocağın yanında sigara sarıyordu.

“Yeter valla, üç günlük hazırladın neredeyse, hadi çocuklara seslen de yiyelim artık, soğumasınlar.” Kocası duymuyordu, dalmıştı,

“Başo, sana söylüyorum, hadi çağır oğlanları.”

Cemo dönmemişti, tam ona bakmaya çıkıyordu ki içeri girdi küçük oğlan.

“Oy gözleme!” diye bağırdı çocuk, yeni fark etmişti. Annesi ne zamandır yapmıyordu. Odaya daldı ağabeylerini kaldırmak için. Sabahları en sevdiği oyundu bu, onların üzerine atlayıp yatakta boğuşmak…

Az sonra Cemo, ortanca oğlan Dibo’yla çıktı odadan.

“Çalo nerde, neden kalkmadı o?” diye sordu Beybun, çayları bardaklara dökerken. İki çocuk bakıştı.

“Abim yok odada” dedi Dibo.

“Nasıl yok!” dedi sertçe Beybun.

“Dur bakalım ya…” dedi Başo. “Anlarız şimdi.”

O sırada komşu Şeyhmus seslendi, Başo’yu dışarı çağırdı. Hep birlikte çıktılar.

“Gece yarısı ihtiyacıma kalkmıştım Başo kardeş. Sizin evden çıkan birini aha şu yana doğru giderken gördüm. Çalo’ya benzettim. Yanında iki kişi vardı” diyordu.

Gösterdiği yana baktılar.

Zabıtaya, polise haber salındı.

Karış karış aradılar her yeri, yolları, yakın köyleri.

Beybun günlerce, haftalarca, o yana baktı.

Köy boşaltılırken, öteki çocuklarını dizlerinin dibine almış, eşyalarını yükledikleri kamyonla uzaklaşırken de hep o yana baktı.

İstanbul’da yerleştikleri gecekonduda kapı önüne çıkar, hep o yana bakardı. Sonra bir cumartesi günü Çalo’nun çerçeveli fotoğrafını alıp otobüse bindi, bir komşusuyla. Gittiler, otobüs değiştirip yine gittiler. Kalabalık bir yere geldiler ki ellerinde tuttukları fotoğraflarla beklemekteydi bütün kadınlar. Anne kadınlar. Beybun da katıldı onların arasına.

Ondan sonra hep katıldı.

Hiç konuşmadan dertleşti, dillerini bilmediği kadınlarla.

*Gönül Çatalcalı’nın Tutunmak adlı öykü kitabından.