Son günlerde sosyal medyada, memleketin içinde bulunduğu durumu anlattığı varsayılarak “bir Afrika atasözü” yaygın bir şekilde paylaşılıyor: “Arslan, ceylan, sırtlan ve zebra, aynı yöne doğru koşuyorsa, orman yanıyor demektir.”

Sözün neyi anlatmak için kullanıldığı anlaşılıyor olmalı: Yangın metaforu, iktidarın kurduğu rejimi ve ülkeyi getirdiği hali, hayvanlar metaforu da normalde yan yana gelmesi pek mümkün olmayan farklı siyasi partileri/akımları ve farklı çıkarlara sahip toplum kesimlerini anlatıyor. “Önce yangın sönsün, sonra işimize bakarız” deniliyor.

Aslında “kötü niyetli” bir okumayla, yangından kaçarak yangının söndürülemeyeceğini ve hatta yangından kaçıldıkça gerçekleşme ihtimali en yüksek şeyin yangının boyut ve şekil değiştirerek de olsa devam etmesi olacağını söyleyebilirdik ama bunu yapmayalım; “yangının sönmesi” ihtimaline ve “ormanın hali”ne odaklanalım.

Madem metaforlar kullanıyoruz, oradan devam: “Yangın” az önce söylediğim üzere, inşa edilen rejimi ve ülkenin halini sembolize ediyordu, buna kısaca “rejim” diyelim; “ormanın hali” ise yangın söndükten sonra elde kalacak olanı işaret ettiğine göre, bu da “düzen” olsun.

Rejimle düzen arasındaki fark ne peki? Rejim, iktidarın inşa ettiği siyasal, toplumsal ve iktisadi yapıya işaret ederken ve doğası gereği, bu iktidardan sonra değişmesi beklenen şeyken, düzen iktidarı aşan, ondan önce var olan ve eğer değiştirecek –düzen dışı- bir güç ortaya çıkmazsa, ondan sonra da varlığını devam ettirecek olanı anlatıyor. Hadi daha da basitleştirerek söyleyelim, rejimi iktidar partisi son on beş yılda inşa etmişken, düzen en az yüz yıllık bir yapıya, yani Türkiye’nin sermaye düzenine, Türkiye kapitalizmine işaret ediyor.

Bugün Türkiye siyasetine ve toplumsal muhalefete damgasını vuran esas olgunun, “yangın”ı söndürmek olduğunu kolaylıkla söyleyebiliyoruz. Bir zamanların “aşamalı devrim” tartışmalarının yerini adeta “aşamalı muhaliflik” almış durumda. Deniyor ki, “öncelikli görevimiz yangını söndürmektir, hele şunları bir gönderelim, ülke fabrika ayarlarına bir dönsün, ormanın halini, ormanın düzenini öyle konuşuruz.”

Güzel, bu düşünceyle, bu toplumsal ruh haliyle kavga etmememiz, ona tepeden bakmamamız ve anlamamız gerektiğini pazar günkü yazıda anlatmaya çalışmıştım. İnsanlar yorgun, insanlar bıkkın ve yangının sönmesini istiyorlar, onları şu an için politize eden, harekete geçiren şey bu: “Boğuluyoruz” hissinden kurtulmak, yeniden nefes almak, aşırı derecede yabancılaştığı, kendisini adeta sürgün gibi hissettiği bu topraklara ve bu topluma yeniden inanmak, kendini yeniden buraya ait hissetmek.

Öte yandan bunun bir bedeli var: Kimlerle koştuğunu ve onların geçmişte yaptıklarını unutmak, hafızasızlaşmak, seni siyaseten var ettiğini düşündüğün ilkelerden kopmak. Örnek mi? “3 Mayıs Türkçüler günü”nü, yani 1944’de Sabahattin Ali’yle Nihal Atsız’ın davasında Atsız’a destek için faşistlerin adliye önünde toplanması üzerinden bizzat Atsız tarafından icat edilmiş bir günü anan bir siyasi liderden demokrasi kahramanı çıkarmak, ondan ülke adına birtakım beklentiler içerisine girmek mesela. Başta “Kürk Mantolu Madonna” olmak üzere kitapları son yıllarda yeniden keşfedilen ve iyi ki de keşfedilen Sabahattin Ali’nin, Atsız’ın onu ihbar etmesinden ve bir linçe davet çıkarmasından birkaç sene sonra Atsız’la aynı zihniyetten biri tarafından katledilmesini unutarak üstelik.

Ya da başka bir örnek: Sivas Katliamı esnasında kentin belediye başkanı olan ve olayların bizzat içerisinde olduğunu bildiğimiz ve o katliamla hafızalarımıza kazınması gereken bir siyasi parti liderini sempatik, sevimli göstermek, ondan bir “şeriat dede” çıkarmak, bugünün iktidar kadrolarının yetiştiği ve içinden çıktığı partiyi ise kurtarıcı olarak görmek. Tarihsel olarak siyasal İslam’ın Türkiye’deki ana örgütü ve hem Cumhuriyet hem Atatürk düşmanlığının merkezi olan Milli Görüş’ten demokrasi beklemek.

Şimdi denilecektir ki, “bunların hepsi geçici, hele şu yangın bir sönsün, bunların hepsini tekrar hatırlayacağız, ülke fabrika ayarlarına dönünce biz de fabrika ayarlarımıza döneceğiz, ilkelerimiz, hasımlarımız, katledilen insanlarımız tekrar aklımıza gelecek, biraz sabır.”

Açıkçası iyi niyetli olmakla birlikte pek mümkün görünmüyor bu bana, çünkü sağcılıktan kurtulmak adına başka bir sağcılık, İslamcılıktan kurtulmak adına başka bir İslamcılık, Türkiye siyasetine ve toplumsal akla inceden inceden işleniyor ne zamandır. Sömürüden, emeğin haklarından, sermaye düzeninden bahis dahi açılmamasını, bunların görmezden gelinmesini, geçiştirilmesini saymıyorum bile. Her bir seçim ise bunun dozajının artışı anlamına geliyor, her seçimden “sağa karşı sağ, İslamcılığa karşı İslamcılık” biraz daha güçlenerek çıkıyor ve Türkiye toplumu planlı programlı bir şekilde sağcılaştırılıyor.

Dediğim gibi, yangına dair ruh halinin, yorgunluk ve bıkkınlığın, yangından kurtulma ve soluk alma arzusunun farkındayım, bu ruh haliyle kavga etmenin de şu kırk küsur günde kimseye faydasının olmayacağını biliyorum. Öte yandan, bu ruh halini anlamanın, hem kimlerle nereye koşulduğuna dair bir farkındalık davetine, hem de yangından sonra ormanın düzeninin değişmeyeceğini hatırlatmaya engel olmadığını düşünüyorum. Önce bir nefes alalım, eyvallah tamam da, o nefesi alacağız diye kim olduğumuzu, nerede yaşadığımızı, nereden gelip nereye gittiğimizi unutmayalım mümkünse, yoksa bir daha hiç nefes alamayacağız.