Yani  bu çiçekleri ben kendim uydurdum

> SİNEM SAL @sinemsal

İLLÜSTRASYON: RIZA TÜRKER

Annem, yatılı temizlikçilerdendi. Zengin bir ailenin lüks evinin en alt katındaki penceresiz bir odada yaşıyorduk. Onunla, koyun koyuna uyumaya alışıktık. Çünkü koynumuz dışında yatacak başka yer yoktu. Dünyadaki tek hedefim, odamda çiçek yetiştirebilmekti. Bahçeden koparıp çay bardağına koyduğum çiçek, iki güne kalmadan renk veriyor, üçüncü gün ateşe atılmış gibi sararıp kuruyordu.

Oda, neredeyse hiç ışık almıyordu. Tavanda yanan sarı lamba bile en fazla kendi etrafında uçuşan sinekleri aydınlatıyordu. İnsan hafızası, dikiş makinesi gibiydi. Dev tekerleği ayağınızla ittikçe işliyordu. Yol almak, iz bırakmakla mümkün değildi belki ama iz bırakmak kesinlikle yol almakla gerçekleşiyordu.

İnsan çocukluğu bir tür deney gibiydi. Büyüdüğünde ya patlıyordun ya da senden beklenen her şeyi kanıtlıyordun. Bu hikâyede size, kendimi nasıl kanıtladığımı anlatacağım. Benden beklenen, patlamamdı. Öyle de oldu! Nasıl mı?
Zerrin Teyze evin hanımıydı. Simsiyah, küt saçları vardı. Kısacık boyuyla bütün gün bahçede bir oraya bir buraya koştururdu. Bazen, çok nadir de olsa, arkadaşları eve gelirdi ve birlikte çay içer, gülerlerdi. Çok sigara içtiği için, kalın bir sesi vardı. Kimseninkine benzemezdi. Aynanın karşısına geçerdim ve sadece öyle büyük bir bahçem olması için dua ederdim. Sonra sesimi kalınlaştırırdım ve “Ayten, bana bir kahve…” diye emrederdim.

Annemin adını söyleyip aynanın karşısında gülüştüğüm günlerden biriydi işte. Annem, içeri girdi. Sessiz ol işareti yapıp kapıyı kapatır kapatmaz kulağını duvara dayadı. Yanına geçtim. Ben de kulağımı, soğuk ve pürüzlü duvara dayadım. Zerrin Hanım’ın soğukta beş gün yatmış sesini duyuyordum:

“Hayır, anlamıyorum… Yaptığı işi ben de seviyorum canım, tamam… Ama yani bütün gün ayak altında bir kız çocuğu… yarın öbür gün büyüyecek. Ne gerek var yani? Alt tarafı yemek, temizlik yapıyor… he, yani… şekerim, çocuğu olmasa, başımın üstünde zaten de… olmuyor yani.”

Kulağımı duvardan çektim. Aklınızda olsun: Bir gün duymak istemediğiniz şeyleri duyarsanız, tıpkı burnunuzu tıkadığınızda nefes almadığınız gibi, kulaklarınızı da tıkayabiliyorsunuz. Kendimi yatağa attım. Tavana baktım. Sarı lambamızın etrafında üç sinek vardı. Dönüp duruyorlardı. Birbirlerine çarpıyorlardı. Arada, lambaya çarpıp ses yapan bu üç sineğin hikâyesini düşünüyordum. Işığı gördükleri için geldikleri bu odada, özgürlük yoktu. Pencere olsaydı dedim, açsaydım onu, sinekler fır diye uçsaydı. Karanlık olsaydı sokaklar yani, ama umurlarında olmasaydı sineklerin. Işığı terk edip, koca gökyüzüne varsalardı, sanırım mutlu olurlardı. Ama bu üç sineğin hakikati, o an için, o lambaydı. Zaten penceremiz de yoktu.

Annem, yanıma geldi. Çoraplarını yatağın içinde ayaklarının yardımıyla çıkarttı. Üstünü değiştirmeden bana sarıldı. “İyi misin,” dedim, anlamamış gibi. “İyiyim,” dedi, “biraz başım ağrıdı.” Tek korkum, annemin bir gün başı ağrıdığında ölmesiydi. Babalar kalbi ağrıyınca kriz geçirir vefat eder, anneler başı ağrıyınca beyin kanaması geçirir yaralanırdı. Bu konu üstüne yazdığım tez, jüriden tam not almıştı.

Annemle yüz yüze dönmüş, birbirimize bakıyorduk. Ellerini tuttum. “Galiba beni burada istemiyorlar. İstersen beni hasta edip öldürelim?” dedim. Hayatımın dev teklifiydi. Söylediğim sözler, annemin başının daha da ağrımasına, şekerinin yükselmesine, boynunun tutulmasına, geriye kalan çeşitli organlarında bazı hasarlara yol açmıştı. Sunduğum çözüm önerisinden, memnun kalmadığını anlamıştım. Bu durum beni de çaresizliğe sürüklemişti.
O gece öyle uyuyakalmışız. Sabah uyandığımda, annem yanımda yoktu. Muhtemelen yukarıda tuvaleti temizliyordu. Çünkü sifon sesini duyabiliyordum. O sabah, bir şey oldu. Dünyada kimse bunu anlamadı. Ama o sabah, gerçekten bir şey oldu. Ben anladım.

Lambanın etrafında bir sinek dönüyordu. Sarhoş gibiydi. Tavana çarpıyordu. Durmadan. Önce ne yaptığını anlamak için, sineğe dikkat kesildim. Sonra ayağa kalktım. Ayak parmaklarımın dibinde uzanan iki ölü sineği görünce, yeniden gözlerimi tavana diktim. “Kendini mi öldürmeye çalışıyorsun?” dedim sineğe. “Vızzzzzzzzzzzz,” dedi. Küçük şişman gövdesini, tavana çarpmaya devam ediyordu. Sevdikleri nalları dikmişti. Bu dünyadaki işi bitmişti. “Keşke,” demiştim “bir pencerem olsaydı ve seni serbest bırakabilseydim.”

Yatağa geri yattım. Sifon sesi gelmeye devam ediyordu. Ayakların varsa mekan değiştirebilirsin. Ama benim ayaklarım yoktu. Gidebilecek bir yerim de. O yüzden, içinde olduğum her yeri, dilediğimce görmek, bana sunulmuş bir lütuftu. Annem sifonu çekiyordu. Küçük kara sinek bir balığa dönüyordu. Üst kattan akan sular, balığı içine alıyordu. Yerdeki ölü anne sinek ve ölü baba sinek hemen suya atlıyordu. Ben de aralarındaydım. Kıyıya yüzerek varıyorduk. Denizden çıkmak istediğimizde, solungaçlarımız ayaklarımız oluyordu. Ben bir saksıda çiçek yetiştiriyordum. Annem üst kattan sifonu çekiyordu. Sular, saksıya doluyordu. Kökler, saksının dibine kadar ilerliyordu.

Yani ben bir yataklı odadaydım. Yani bir sinek, hiç durmadan tavana çarpıyordu. Yani pencerem yoktu ama yeteri kadar bağırırsam, duvar patlayabilirdi. Yani karşımdaki masada çay bardağı vardı. Yani içinde kurumuş bir çiçek sapı dimdik ayaktaydı. Yani kulaklarımı tıkadığımda, içimde başka şeyler duydum. Yani bu çiçekleri, elbette ben kendim uydurdum.

Bildiğim tek şey vardı: Dünyayı kurtaramıyorsam, dünyamı kuracaktım. Öyle de oldu.