Yanılsama ihtiyacımız, korona ve 'gerçeklik'

BANU BÜLBÜL

Kimilerinin sağlıkçıların önerilerine uyarak evlere kapandığı, kimilerinin pek de aldırmadan yaşamına devam ettiği, kimilerininse riskleri önemsemesine karşın insanlarla temastan kaçınma olanağı bulamadığı günlerdeyiz. Virüse dair, bu günlerde yapılabileceklere ilişkin ve de/ya da gelecek öngörüleri, oluşan "boşluk"ta yer alan vakti nasıl "değerlendireceğimiz, evde yapılacak en iyi etkinlikler, okunacak kitap önerileri babında pek çok yazı dolaşıyor ortalıkta...

Ben de virüs nedeniyle başımıza gelenlere dair düşüncelerimi sırasız ve dağınık biçimde yazmaya çalışacağım. Evlerimizi, çekmecelerimizi, yarım işlerimizi topladığımız şu günlerde toplanma ihtiyacının da dağılabilme olanağından geldiğini anımsatarak biraz buraya da dökeyim istiyorum zihnimin bohçasını...

Ah bu çaresizlik ne zorlu duygu!

Yakın zamanda Elazığ depremine tanıklık ettik. Merkezi İran olan depremde ölenler, sınırın bizim tarafımızda ikamet edenleriydi yalnızca. Deprem bölgeleri bir beşik gibi sallandı. Ardından bir gece savaş bu topraklara sıçrayacak mı endişesi yaşadık yeniden... "Savaş buralara sıçramadı" sanmaya devam ettik sonra... Ardından göçmenler, kentlerin kıyılarına teyellendikleri yerlerden sökülerek sürüldüler sınırlara... İnsan haklarının ve demokrasinin merkezi olma iddiasındaki Avrupa devletlerinin de sivilleri koruma iddiasındaki Türkiye'nin de döküldü haleleri acı, yoksunluk ve çaresizlik dolu göçmen çığlıklarında... Bunları atlatamamıştık zaten hepsi yerinde duruyordu. Aynı anda yolculuğuna Çin'den başlayan bir virüsün hızla bize doğru yaklaştığını biliyorduk. Dünyanın her yerinde Türkiye'den uçakla gelen yolcularda tespit edilen Korona'lar konuşulurken bizde virüs yoktu elbette. Havaalanlarından geçip gidiyordu.

Şu anda tüm dünya Korona virüse kilitlendi. Hep birlikte yaptığımız gelecek planlarını gözden geçirmekle meşgulüz. Hayatımız ne zaman geri dönüleceğini bilmediğimiz biçimde değişti. Hem geri döndüğümüzde de ne dünya aynı dünya olacak ne biz aynı biz. Bu plansız hastalık, iç dünyamızı ayarsız kılan bu durum bizi ölüm karşısındaki çaresizliğimizle yeniden yüzleştiriyor. Göremediğimiz, ancak hemencik sonucuna erişemediğimiz testlerle varlığını anlayabildiğimiz son derece mikro bir tehditle karşı karşıyayız. Bir virüs... Bir kastı yok... Deprem gibi... Daha önce gelen virüsler gibi... Vebalar, cüzzamlar, koleralar, sıtmalar, çiçekler gibi... Vahşi yanını yok saymak istediğimiz, yok edici güçlerini inkar ettiğimiz, zihnimizde ehlileştirdiğimiz gerçekte bize rağmen vahşi ve kaotik özünü hayranlık uyandıracak ölçüde sistemli ve üretici tarafının yanı sıra koruyan doğadan gelen ufacıcık bir virüs yüzünden hareketimiz sınırlandı, hem de hepimizin. İnsanın yüce kibri çaresiz.

Komplo teorilerine duyulan ihtiyaç

Virüsün rasgeleliğini ya da kavrayamayacağımız ve kontrol edemeyeceğimiz bir sistemlilik içindeki anlamını kabul etmek ve idrak etmek kolay değil kuşkusuz. Diyalektik yanları eğitim sistemleri içinde törpülenen günümüz insanın zihninin bunu idraki kolay değil... Duygu çeşitliliğini kabulü güçleşen bir ruhsallığın beslendiği mevcut üretim ilişkileri içinde öngörülmeyen bir tehditle karşı karşıya olmayı duygusal olarak hazmetmekte doğrusu zor. İnsan zor durumda yani...

Doğululara, Asyalılara atıyorum ihtiyarlara yönelen bir biyolojik saldırı bu koşullarda daha kabul edilebilir geliyor galiba kimi insanlara. Elde hiç delil yokken böyle teoriler üretmek her tehdidi kendisine yönelen komplolarla açıklamak "o kadar da önemli değiliz" bilgisini kabulde yaşanan zorlukla da ilişkilidir elbette. Bu zorluğa karşılık "bunu da insanlar yaptı" demek "kötü" birilerini konuyla ilgili suçlamak bir düşman bulup ona karşı harekete geçmek bu durumda kolay olan oluyor. Öfke... Üzüntü ve çaresizliğin yerine defalarca ikame ettiğimiz. Ama biraz üzülmeden biraz bu çaresizlikle yüzleşmeden, "haydi sorun yok herşey kontrol altında" demeden önce bir durup düşünmeden nasıl olacak? Elbette olamayacak, olmuyor zaten, her şey sonunda ayağımıza dolanıyor. Hem virüs karşısında geri çekilmek zorunda olmak ve buna üzülmek dışarıda gelmekte olan baharı bir camın ardından izleyecek olmaya, belki sevdiklerinin belki kendinin bu hastalıkla uğraşacağının bilgisi karşısında üzülmek doğal değil midir? Üzülmek illa ruhsal olarak yıkılmak anlamına gelmez ki gücünü gerçeklerden almayan yarını zaten kuramayacak...

Aynı gemideyiz yalanı yeniden... İnsanlığın birlik olma düşlemi ve virüs...

"Bakın virüs zengin-fakir ayırt etmiyor"... Zenginlerin çağlar boyunca bizleri avutmak için söyleyegeldiği bir yalan kuşkusuz. Kimileri saray gibi evlerinde yiyeceklerini kaç derin dondurucuya kapatmış kendisine hizmet eden insanlarla birlikte izolasyon yaratırken, kimileri bu hengamede işten de atıldı evde okula da gitmeyen çocuklarını nasıl eğlendireceğini önümüzdeki hafta ne yedireceğini düşünüyor. Üzerine bir de hava soğudu bu günlerde... Koronaya yakalanma ve hastalığı ağır yaşama riski olan kişi evsiz bir göçmen, gecekonduda kaç aile birlikte yaşayan kalabalık nüfuslu yoksullar ya da yıllardır ölüm riski taşıyan bir hastalıkla cebelleşen kişiler olabileceği gibi daha "şanslı" birileri de olabilir. Bu bizi "aynı gemide" mi kılar. Velhasıl hepimiz bu sorunla eşit koşullarda mücadele etmiyoruz ve teselli etmiyor bizi "Sultan Süleyman'a kalmadı dünya" sözleri... Biliyoruz hepimiz ölümlüyüz ama biliyoruz şu bir tanecik hayatımızı virüs varken de yokken de eşitsiz biçimde yaşıyoruz.

Sınıfsal farklılıklar gibi cinsiyet farklılıkları da gizleniyor mevcut koşullarda. Elbette bu eve çekilme işinin en büyük mağdurlarından biri de kadınlar... Yaşlı ve çocuk bakımı, temizlik, yemek... O sıcacık yuvalar yuva olsun diye didinmek de kıt kanaat parayı idare ederek ev halkının karnını doyurmak da kadınlara düşecek tabii. Üstelik yalnız kaldıkları, dinlendikleri alanlarda işgal edilmiş olacak. Çocuklar da adamlar da yaşlı bakımı da çoğunluk onların üzerinde olacak. Kadınlara yönelecek şiddetin artacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok. Bu konuda önlem almak da "canımızla uğraştığımız günlerde..." diyerek korona gündeminin arkasına gizlenecek muhtemel ki...

İnsanlığın birlik düşü çok eski, insanlığın birlik düşü evrensel ve varoluşsal... O kadar yoruldu ki insanlar binyıllardır süren çelişkilerin çatışkıların yükünden, bir felaketle bile olsa bitsin bu ilan edilmemiş savaşlar istiyorlar. Bu aynı gemide olma yanılsamasını en çok eşitsizliklerin mağdur olan, eksik pay alan ve haksızlığa maruz kalan tarafında olanlar üretiyor ve inanıyor yazık ki... "Zenginler de hasta oluyor" inancıyla "en çok erkekler ölüyormuş" deyip kıkırdanması birbirine ne kadar da benziyor. Hastalığı nasıl yaşadığın bile öyle önemli ki... Hayat her adımında gösteriyor kıyamet karşısında bile eşitsiz pozisyonları eşit yaşanmamış hayatları ölümün ya da hastalığın eşitleyemediğini...

Hızlı iyidir, çok sosyal çok süper! Dayanışma illa kolkola mı olur?

Özellikle fotoğraf paylaşımlı sosyal medya hesaplarından birbirini takiple, öğrenme, özenme ya da yarışla hızlanan insanlar, sabah bir ilde kahvaltı yapıp akşam başka bir yerde yemeyi gezmek, görmek, tanımak bilmek sandı. Bunu yapabilen insanlara karşı geliştirilen kıskançlığı kem göz boyutuna yükseltme çabası kıskandıranlar için elzem oldu. Hakkında konuşulsun ama aynı zamanda bir kıskançlıkla... İmrenilmenin yerine haset edilen olmaya duyulan özlem ve misilleme "kıskananlar çatlasın".

Dayanışmanın illa fiziksel olarak yanyana durmak anlamına gelmediğini de epeydir biliyoruz. Zira yanyana görünenlerin aslında birbiri hakkında pek az şey bildiği ve ne kadar az olumlu duyguya sahip olabildiği de çoktandır şikayet ettiklerimiz arasındaydı. Bir çok yere seyahat etmek ve şöyle bir havasına, suyuna , manzarasına bakmak mümkün... Ama bir yere bakmak değil de görmek için biraz orada durmak, yaşamak, deneyimler oluşturmak gerekir. Bir insanın hayatınızda yeri olması için onunla deneyimi içeren biçimde yanyana durmak gerekir. Bunları ne kadar başarabiliyorduk? Bir yerlere seçiliyorduk, bir yerlerde bakılıyorduk, bir yerlerde beğeniliyorduk ama yakınlaşmak için gereken yavaşlama ve birlikte aynı duyguda kalma halini epeydir es geçiyorduk. Kendimi de dahil ederek söylüyorum tüm bunları. Epeydir biraz yavaşlasa hayat, yapmak istediğim ne çok şey birikiyor diyor ve kendimi yörüngesinden hızı nedeniyle fırlayabilecek bir gezegen gibi hissediyordum. Bazı insanların duygularını yakından bilme imkanı olan bir işim olduğu için aynı duyguları pek çok kişinin de hissettiğinden eminim. Şu anda zorunlu olarak yaşanan yavaşlamaya tahammülsüzlüğümüz nedeniyle sürekli etkinlikler ve işler planlamaya çalışıyoruz. Biraz bıraksak oysa... Biraz kendiliğinden olsa biraz içimizden geldiği gibi...

Neden virüs? Tarih boyu süren cezalandırılma beklentisi...

Tarih boyunca insanlar başlarına gelen felaketleri birer "ceza" olarak değerlendirmiş. Mitolojik öyküler ve dini anlatılar bunun örnekleriyle dolu. Önce tanrıların sonra tek tanrının emrine uygun davranmayan insanların başına gelen ceza... Gılgamış'tan Nuh'a anlatılan tufan hikayeleri, "ahlaksız" davranışları olan kavimlerin başına gelen felaketler... Yakın zamanda böylesi durumların klasiği olan açıklama da geldi. "Korona, eşcinseller, adetliyken ilişkiye giren kadınlar, tek gecelik ilişki yaşayanlar..." özetle Korona "cinsel ahlaksızlıklar" nedeniyle yayıldı diyordu açıklamada ve tabii "şeytan" kadın ya da kadınsı olan idi.

Virüsün insanların ne şekilde cinsel haz yaşadığını umursamadığını biliyoruz ama eşitsizlikler geliştikçe pekişen bu açıklama biçimlerinin tek formu cinselliğe kafayı takmış bu güruhtan gelmiyor. Ahlakçı olmanın ve ahlaka dair açıklamaların soldan biçimleri de var. "İnsan, pet şişe attığı için cezalandırıldı." "İnsan doğaya uyumlu yaşam sürdüremediği için..." "İnsan..." özetle suçlu olduğu için virüs geldi deniyor. Elbette ki kapitalist yaşam biçimleri virüsün hareket biçimini, insanların maruz kalışları arasındaki farkları yaratıyor ama virüs bir ceza değil. Çocuklara her şeye hakkimmişiz gibi, şöyle her yeri gören bir tepeye çıkıp konuşur gibi anlattığımız korona hikayelerinin ardından onların anlayıp özetlediği cümle ne yazık ki şöyle oluyor genellikle "Çinliler yarasa çorbası içtiği için..." sanki Çinlilerin yedikleri durumun sorumlusu imiş gibi... Oysa Doğa bu! Yarın bir gün sizin yapıp ettiğiniz bir şey başka bir virüsün evrimleşmesine sebep olabilir hatta belki şu anda oluyordur. İnsanın varlığının bir suç olduğunu iddia eden ve insan yok olsa her şeyin iyi olacağını insanın da hak ettiğini bulacağını iddia eden güya doğacı yeni ahlakçı formlar da meseleye suçlu arayışından doğru bakmayı sürdürüyor. Bu durum kazayla bardağı kıran çocuğa "neren acıdı?" demeden önce "niye kırdın?" diyen annenin davranışına benziyor.

Ne olacak şimdi?

Bir film gibi mi yaşadıklarımız? Ama gerçek... Belki yanılsamalara en fazla olanak tanıyan yanı bu. Gerçek olamayacak denli “film gibi”... Şimdi çekirge istilası geliyor diyorlar, sonra uzaylılar gelse şaşırmayacağız. Ee o filmleri boşa izlemedik. Hatta şimdi girin "salgın film" diye internet arama motorlarına bir sürü seçenekle karşı karşıya kalırsınız. Uzaylılar gelirse o gün de Spielberg izler neyin içinde olduğumuzu anlamaya çalışırız.

Olanlar tarih boyunca yaşananlardan farklı değil oysa... Marx'ın kapitalizm öncesi üretim biçimlerini incelerken ortaya attığı bir soru var. "Kapitalizmden önce" diyor "nasıl oluyor da barbar olan medeni olanı yenebiliyor?" Yani barbarın teknik gücü karşısındaki medeninin gücüyle boy ölçüşemeyeceği halde, üstelik "onun mekanında" onu nasıl yenebiliyor ve medeninin yurdunu nasıl işgal ediyor? Nasıl oldu da onca medeniyet barbar kavimler tarafından yıkılabildi? Bu soruyu gelecek kuşaklara bırakıp tarihteki kimi örneklerde barbar olan medeni olanı yıktıktan sonra ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Bu çalışmalardan yıllar sonra Ekim devriminin gerçekleşmesi ardından Lenin, Marx'ın yürüttüğü bu tartışmaya geri dönüyor. Bilim ve sanatta bizden daha çok olanağı ve tarihi sürekliliği olan bir sınıfı yendik ama nasıl olacak da iktidarı elimizde tutacağız? Çünkü Marx, barbar medeniyi yendikten sonra yendiği kültürünün başka bir formda sürdürücüsü olduğunu ifade ediyor. Lenin'de elbette fiilen yendiği sınıfın alışkanlıklarının ve kültürünün iktidarı ele geçirmesi riskine karşı önlem almak istiyor. Marx'ın ve sonra Lenin'in sorduğu sorunun tarihsel önemi bir yana konumuz olan Korona virüsü mevzusuna dönebilmek için bu coğrafyada yetişen bir düşünür ve devrimcinin Marx'ın sorusuna verdiği yanıta gitmek istiyorum. (Tüm bu tartışmaları özetlediğimde anlamından yittiğinin farkında olmama rağmen değinmeden de geçmek istemedim.) Hikmet Kıvılcımlı Tarih Tezi'nde Marx'ın sorusunun peşine düşüyor ve diyor ki insanlık için 4 temel üretici güçten söz etmek mümkün; teknik üretici güç, tarih üretici güç, insan üretici güç ve coğrafya üretici güç... Kıvılcımlı'nın anlattığı insanlık hikayesini şimdi burada aktarmak olanaksız ama bu güçlerin de kendi içinde birbiriyle uyumlu ya da çatışmalı olduğu durumlardan söz ediyor. Bizim konumuz açısından önemli olan şu ki insanlık şimdi coğrafya koşullarının ürettiği ve teknik koşullar nedeniyle son derece büyük bir hızla yayılmış olan bir virüse karşı hakim olduğu tüm güçleri kullanarak çatışmaya girişti varlığını sürdürebilmek için... Ve bu durum indirgemeci kaba bakışları da yerle bir etti. Artık hesaba katmayı dahi unuttuğumuz güçlerin varlığını bize anımsattı. "Yarasa çorbası içmek" absürd bir zevk değil coğrafi koşulların getirdiği bir beslenme zorunluluğundan belki de şimdilere kalan tarihi bir izdi. (ki virüsün buradan ürediğinden dahi emin değiliz)

Yaşanan bu salgının nasıl sonuçlanacağını henüz bilmiyoruz. Böylesi bilinmeyenlerle dolu süreçlerden geçerken insanların bilme ihtiyacının yarattığı, ürettiği patolojiler ya da istismarlar olabilir. Bu geri çekilmeler Zizek'in dediği gibi komünizme duyulan ihtiyacı öylece insanlara gösteremeyecek tersine bilinçli ve tercihli müdahalelerin yokluğunda merkeziyetçi, faşizan ve otoriteryan seçenekleri pekiştirecektir. Bilim yaşananları izah etse de suçluluk duygularına ve çaresizliğe bulanmış insanlık hurafeler üretmek ve peşine takılmak konusunda da bir eğilim sergileyecektir. Tarihin en etkili kahinlerinden sayılan Nostradamus veba salgınları sırasında en önde çalışan doktorlardan biridir. Kimbilir ne çaresizlikler gördü ne suçluluklar yaşadı... Sonraki sanrılarının kanallarını açan belki sezgilerini de güçlendiren denli... Şimdilerde yıllardır dillendirdikleri kehanetlerin işte şimdi çıkmış olduğunu ilan eden siyasi görünümlü kahinlerden geçilmiyor ortalık. Engels yaşanan iktisadi ve siyasi bir olgunun adının gerçek anlamda konulabilmesinin ancak biraz uzaktan bakabileceğimiz koşullar oluştuğunda mümkün olduğunu söylerken ne kadar da haklıdır. Yaşadıklarımız kader olmadığı gibi yaşayacaklarımız da değil. İradi tercihli müdahalelere de rastlantılara da yer var gelecek sahnesinde... Gelecekte ne olacağını bilmediğini bilmek, belirsizliği kabul etmek elbette kolay değil ama gerekli bir başlangıç noktası. Marx, Kapital'de sezginin bilgi, deneyim, duygusal bellek gibi insanın hayatı boyu tüm biriktirdiklerinden ışıyan bir yol olduğunu ifade ediyor. Sezgilerimizin, ahlakçı olmaması için gayret göstereceğimiz vicdanlarımızın ışığı bize yol göstersin, insan kibrinin cehaletini, noksanlıklarını görmesini engelleyen karanlığı azalsın diliyorum. Eğer bilememe halimize, bilinemez olana tahammül gücümüz artarsa kibrimiz de ehlileşecek sonunda.

Sonsöz olarak “bu virüsle mücadele kollektif olanı değil de bireysel çözümleri gerektiriyor” yanılsamasına değinmek istiyorum. Bulaşıcı hastalık riskinin birbirimizle fiziksel teması zorlaştırması kollektif çözümlere ihtiyacın azaldığını göstermez, tersine evlere çekilme önlemi bile hep birlikte uygulandığında anlamlı olur. İnsanlık “hükmedebildiği” tüm üretici güçlerle virüse karşı savaş açmış olsa da tüm zorlu mücadelelerinde olduğu gibi kazanıp kazanamaması kollektif gücü, insan üretici gücü hakkıyla harekete geçirip geçiremeyeceğine bağlı... İnsanlığın hatta dünyadaki canlılığın geleceği, ortaklaşmacı çözümlerin yaşama geçip geçemeyeceğine bağlı. Kollektifin gücünü potansiyel olarak elinde tutanların üretenler olduğunu biliyoruz. Devletlerin virüsle mücadele programlarından üretenleri koruyan pek bir şey çıkmıyor herkesin korkusu ekonomik kriz... Mülk kimdeyse krizden onlar korksun.

Korona da bize bir kez daha gösterdi. İnsan var insan var. Bir yanda İtalya’da “biz neden fiziksel mesafe gözeterek çalışamıyoruz, bizim canımız yok mu” diyerek greve giden işçiler bir yanda market çalışanlarının maske takmasının yasaklayanlar... Bir yanda insanların hayatta kalabilmesi için 1 dolara maskelere valf üretenler, bir yanda onlara karlarını engellediği için dava açanlar... Bir yandan gece gündüz çoğunlukla riske açık biçimde çalışan sağlıkçılar bir yandan karantinadan yakınlarını polis gücüyle kaçıranlar... Bu işin sonu ne olacak sorusunun yanıtını “hep beraber” kurtulmaya çalışanların yapacakları ve yapamayacakları belirleyecek.