Kişisel gelişim endüstrisinin çizdiği doğrultuda bir insan olmak istendiğinde, nasıl biri olunurdu? Sanırım ilk akla gelen ‘pasif’in karşıtı ‘aktif’ biri olurdu. Kendi hayatının dizginlerini eline almış, güçlü, bağımsız, enerjik, özgüveni yüksek, yeni ve farklı biri… Risk alabilen, tuhaf görünmekten çekinmeyen, kışkırtıcı, özel, pervasız… Şüpheci biri olurdu muhtemelen, sadece kendime inanıyorum diyen biri. Hayatın bir oyun yeri olduğuna inanan, oyunun kurallarını kendine göre esnetmeye çalışan, uçlarda yaşamayı tercih eden, sınırları zorlayan, kendisinin sınırsız olduğunu sanan, ölümü inkâr eden… Bütün travmalarından kurtulmuş, hatta bazı yöntemlerle o travmaları beyninden silmiş… Bu liste daha da uzatılabilir, ama listeye şöyle bir bakınca, karşımıza tümgüçlü bir varlık çıkıyor.

Winnicott, insanın daima tümgüçlü bir kontrol sağladığı iç dünyasının ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş bir dünya ile dış dünyaya uyum arasında salınıp durduğunu iddia etmişti. Aktif ben-odaklı kişi, sanki bu salınımın bir tarafına takılı kalmış gibi. Kişisel gelişim endüstrisi, bu yanılsamanın nasıl sürdürülebileceği üzerinde duruyor çoğunlukla.

Çocuk eğitiminde de benzer bir sorun var. Çocuk dünyaya geldiğinde, tümgüçlülük yanılsaması içindedir, eğer anne eksiksiz bir biçimde, sanki bütünüyle bebeğin kontrolündeymiş gibi davrandığında, yani onun uzantısı gibi hareket ettiğinde, bebek Winnicott’un tabiriyle ‘büyüsel denetim deneyimi’ yaşar. Bir süre bu deneyimi yaşaması, dış gerçekliğe uyum sağlarken önemli olsa da, bu ‘denetim deneyimi’ devam ederse, dış dünyanın gereklilikleri, zorlukları karşısında dayanıksızlaşır, kırılmalar yaşar, Freud’un bahsettiği ‘haz ilkesi’nin yerine ‘gerçeklik ilkesi’nin geçtiği benliğin oluşumunda sorunlar yaşanır. Günümüzde pek çok anne-baba, çocuklarını yıllar boyunca, okul hayatlarında bile öğretmenleri ya da arkadaşlarıyla karşı karşıya gelecek denli koruyucu ve hiç üzülmeyecekleri, sorun yaşamayacakları bir dünya yaratma konusunda yoğun bir çaba içindeler ve bu tavırlarıyla aslında çocuklarına zarar verdiklerinden habersizler. Bunun bir nedeni toplumun çözülüyor oluşu, üstünlük ve ayrıcalık talebi kadar, eğitim kurumlarına duyulan güvensizlik de etkili…

İç dünya ile dış dünya arasındaki sınırın oluşması, günümüzde daha da güç bir hale geldi. Dijital teknolojideki gelişmeler, fantezi ve gerçeklik arasındaki sınırları belirsizleştirdikçe, küçük yaşlarda dijital teknolojiyle karşılaşan çocuklardaki ruhsal gelişim de doğal olarak bu süreçten etkileniyor. Bu durumu geriye alma seçeneği olmadığı için, başka bir bakışaçısı geliştirmek gerekiyor. Ama bu bakışaçısı, kişisel gelişim endüstrisinin tümgüçlülük yanılsamasını sürdürmeyi önceleyen bakışaçısından farklı olmalı. Sanırım bu bakışaçısını geliştirmek için, adını sık sık anma ihtiyacı duyduğum Winnicott’a başvurmamız gerek, özellikle onun ‘oyun’ kavramına yüklediği anlama.

Yaratıcı bir yaşam, kişinin hayatın yaşanmaya değer olduğunu hissetmesiyle ilişkilidir, yani oyunlar aracılığıyla gerçekliğe boyun eğmeden ona hayal gücümüzü katıp değiştirebildiğimizde… Yaratıcılık denilince de sadece akla sanat geliyor, çocukları sanata yöneltmek… Aslında gündelik hayattan başlayarak, kendi yaşamımızı yaratıcı bir biçimde, iç dünyamızla dış dünyayı buluşturabildiğimiz alanlar oluşturabildiğimizde hayatımız daha yaşanılır bir hale gelir. Kendimizde ve çocuklarımızda bunu teşvik edebildiğimizde, edilgin olmayıp hayata karışabildiğimizde, acısıyla tatlısıyla oyuna katılabildiğimizde… Çocuk için oyun her zaman zevk veren değil azap da çektiği bir yerdir ve o azaptan bile zevk alır oyunun bir parçasına dönüştüğü sürece.