Iraklıların, Somalililerin, içişlerine sık sık karışılan eski Sovyet cumhuriyetlerinin, ABD nefretinin nedeni aklı başında herkesin malumu, tamam da 1787 yılının Fransa’sı ne diye, keşfedileli henüz üç yüz kusur yıl olmuş ABD’yi tehlikeli görüyordu? Feodalizmi yaşamamış olmanın nimetlerinden, ilerleyen yüzyıllarda birçok ülkeyi perişan ederek yararlanmış olan ABD’den, İspanya dururken Fransa niye yakınıyordu? İspanya’nın ticari çıkarları için keşif gezilerine çıkan Colomb adlı maceraperestin keşfettiği, (kimi tarihçi ya da coğrafyacılara göre bu zattan çok daha önce başkalarınca bulunmuş olduğu belirtilen) ABD’den asıl yakınması gereken, sömürge alanlarını bu ülkeyle paylaşmaya niyeti olmayan İspanya olmalıydı. Tabii, ABD keşfedilir edilmez bölge ülkeleri için sorun olmuş değil. Kendi ticaret sınıfının palazlanması, dış pazar araması gibi aşamalardan sonra baş gösteren bir Amerikan tehlikesinden söz ediyorum.

Sözünü ettiğim 1787 yılında, Fransız Akademisi, öğrencilerine tartışma konusu olarak şu soruyu sorar: “Amerika’nın Keşfi İnsanlığa Yararlı Olmuş Mudur?” Bu soruya Fransız öğrencilerin yanıtlarının ne olduğunu bilmiyorum.

Bize sorulsaydı ne cevap verirdik? En azından kendi adıma, dünyanın başına ördüğü bu kadar çoraba bakıp, keşfedilmemesi keşfedilmesinden daha iyi olurdu diye yanıtlardım soruyu. Buna kimi itirazlar da gelirdi elbette. Örneğin ABD’nin iki yüzü olduğu, bu yüzlerden birinin sivil toplumculuğa, özgürlüklere açık olduğu ileri sürülebilirdi. Aynı kanıda olmamı gerektirecek mantıklı bir neden göremiyorum ben. ABD bugün neyse dün de pek farklı değildi. ABD’de köleliği kaldıran Başkan Lincoln’ün su katılmamış bir ırkçı olduğunu herkes bilir. Siyahlara da kimi hakların verilmesi gerektiğini söyleyenlere, “Ne yani, bu yaratıklarla aynı haklara sahip mi olacağız?” diye hayretle karşılık verdiği kayıtlıdır.

Bir dönem aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerin “aydın” çevrelerinde çokça dile getirilen bir görüş vardı. ABD’de Clinton’un, İngiltere’de Blair’in varlığını esas alarak “Dünyaya ABD-İngiltere eksenli sol bir dalga yayılıyor” teranesine inanmıştı bu çevreler. “Sol dalga”nın yayılacağı ülkelerden biri olan İngiltere’de, etrafındaki Danışmanlar’ın Blair yönetimine “İngiltere 1800’lü yıllardaki emperyalist politikalarına geri dönmelidir” önerisinde bulunduğu ortaya çıktığında bile, hala o “sol dalga”dan umutlu şaşkın insan kümeleriydi bunlar.

Ardından, tarihin, dolayısıyla ideolojinin bittiği, kesin zaferin liberalizmin olduğunu iddia eden Francis Fukuyama’nın tezleri geldi. Fukuyama, ulus devletlerin sonunu ilan ediyor, küreselleşmeye engel bu tür devlet biçiminin yok olması gerektiğini vurguluyordu. Beklenen “sol dalga”ya önemli bir teorik dayanaktı bu. Utanma duygusu vicdanla beraber var olan bir duygudur. Küreselleşmeyi, sermayenin değil de halkların buluşması gibi anlayan köksüz “aydın”, Fukuyama’nın, en son yazdığı kitapta, bir önceki kitabı olan Tarihin Sonu ve Son İnsan’da dile getirdiği görüşleri reddettiğini duymak istemedi. Fukuyama, yanıldığını kabul etmekle kalmadı, ABD Başkanı danışmanlığı dahil Amerikan resmi kurumlarındaki tüm görevlerinden ayrıldı.

William Allen White, Albert J. Beveridge, David Starr Jordan gibi 1800’lü yılların sonunda doğup, 1900’lü yıllarda ölmüş kimi Amerikan düşünür ya da politikacıları ülkelerinde ırkçılığın teorisini yaptılar. Bunlardan White adını taşıyanı “Dünyada, dünya fatihleri olarak ilerlemek Anglosaksonların kaderidir” deyişiyle bilinir. Bulun bu adamın fotoğrafını, dikkatlice bakın, Bush’un, Trump’ın yüzünü görürsünüz. Jordan adlı olanı ise, sanki övünülecek bir şeymişçesine ırkçılığa akademik saygınlık kazandırmış adam olarak değerlendirilir. Amerikan kültürünün melezleşmesine karşı olduğu da bilinmez değildir. O bunu dün dile getiriyordu. Günümüzde bunu tekrarlayan Huntington değil midir? Kitaplarından birinde “bir Amerikan kültürünün oluşmasına siyahların ve Koreli göçmenlerin engel olduğunu” açıkça söylemek gibi Bush/Trump çağına uygun bir tutumu vardır. Dünü ile bugünü aynı olan ender ülkelerden biridir ABD.

Aynı soruya Sovyetler’den arta kalan ülke halkları ne yanıt verirlerdi sizce? Ziyaret ettiği Gürcistan’da bir zamanlar Bush’u görülmemiş biçimde karşılayan Gürcistan halkı örneğin? Sovyet sonrası devletlerin, bir zamanlar “dinsiz Sovyetler’e karşı – aynen böyle diyorlardı- imanın kalesi olan ABD’nin yanındayız” diyen gerici Arap devletlerinden bir farkı yoktur bugün. Gürcistanlının hayranlıkla bağrına bastığı Bush’un ülkesinde 10 milyon kişi yoksulluk sınırın altında yaşıyor halen. Gürcistan yoksulu, sınıfdaşı Amerikan yoksulunu elbette düşünecek değil. Yeraltı, yerüstü zenginlikleri elinden gitmeye başladığı an, belki Amerikan yoksulunun farkına varabilir.
Ezip geçen, kendi çıkarlarına göre biçimlendirilmiş bir demokrasiyi (!) başka ülkelere dayatma hakkını kendinde gören; insan olsaydı, ancak “küstah” sıfatıyla değerlendirilebilecek; kendi sınırlarını gümrük duvarlarıyla korumaya çalışan bir ülkedir ABD.

Fransız Akademisi’nin sorusunun üzerinden 200 yıldan biraz fazla zaman geçti. İnsanlığın, yanıtı bu kadar uzun süren bir sorusu olmuş muydu daha önce?