Eski bir duvar ustasıdır Avrupa; bilir kamplarda ölüm nasıl çoğaltılır, umut dansa davet eden beyaz bir eldiven gibi nasıl çıkarılıp atılır. Azalan nüfusunu göçmen işçilerle tamamladın. Bu kez gelenlere verecek işin yok. Bundan telaş içinde “duvar! duvar!” diye bağırıp duruyorsun.

Yanıyor dünya ve sensin kundakçı

Ne çok duvar var. Evlerimizin bizi korumasını umduğumuz duvarları var, Hapishanelerin metal kapılarla kilitlenmiş kalın yüksek duvarları var. Ülkeleri birbirinden ayıran sınırlarda izinsiz kuş uçmasın diye yapılmış duvarlar var. Şimdi işte o duvarları yükseltiyor, sınır kapılarını tahkim ediyor, güçlendiriyorlar. Nöbetçi kulelerinde eli silahlı muhafızlar dağların arkasından gelenler var mı diye bakıyor, dürbünleriyle uzak ufukları tarıyorlar. Gelmesin kimse diye geçiyor içlerinden, hüzünle karışık bir can sıkıntısıyla nöbetlerini tamamlamaya bakıyorlar. Ama biliyorlar gelecek gelmesi beklenenler. Gelecekler çünkü çaresizdirler. Afgan dağlarında ölüm kol geziyor. Kaçmasınlar mı? Kaçmayıp da ne yapsınlar? Terör ve savaş, açlık ve yıkım getirdi yalnızca. Taliban’ın ölüm demek olduğunu biliyorlardı zaten. O nedenle binlerce insan havaalanlarına, sınır kapılarına koştu; Taliban’ın tehditlerine ya da vaatlerine kulak asmadılar, önlerini dikilen etten duvarları, silahlı bekçileri can havliyle aşmaya çalıştılar. Uçakların tekerlerinde uçmaya çalışanlar havalanan uçaklardan düşenler oldu.

Farklı terör örgütlerinin birleştiği örgütün adıdır Taliban; kaçıp kurtulmak isteyenleri durdurmak için bombalar patlatıyor, kurtulmak isteyenlere ölümü gösteriyor. Kentte kalanlar daha çaresizdirler. Sığındıkları dört duvar artık onları korumuyor, iki dipçik darbesiyle kapı kırılıveriyor. Kadınlar korku içinde Taliban’ın kapıyı çalmasını bekliyorlar. Daha yeni açıkladılar; zina kuşkusu ile yakalanan kadınlar stadyumlarda recmedilecek, taşlanarak öldürülecekler. Müzik aletleri parçalandı, müzik sustu, resim, heykel yasaktır artık. Peki, şimdi biz o cehennemden kaçmak isteyen, yollara düşenlere ne diyoruz. Oturun oturduğunuz yerde, kaderinize boyun eğin, size bizim buralarda yer yok. Bakın duvarlımızı yükselttik, nöbetçileri artırdık, boşuna çabalamayın.

Gerçekten de sınırları kapatan duvarlar en güçlü malzemelerden yapılıyor, betondan, çelikten. Yine de durduramıyor açlıktan, sefaletten, savaştan, terörden kaçanları. Ne denir, eşyanın tabiatına aykırı çünkü. Bir yanda zenginlik, öteki tarafta yoksulluk, açlık, savaş terör varsa, oradan oraya sürüklenecek insanlar, duvarı geçecek, denizi aşacak. Duvarlar nasıl durdurabilir ki onları.

En eskisi Çin Seddi’dir derler. Çin beyleri arazilerini öteki beylerden korumak için başlamışlar duvar örmeye, sonra Moğol, Türk akınlarına karşı Çin’in duvarları uzadıkça uzamış. Hanedandan hanedana miras duvarların bir kısmı hâlâ duruyor, turistler geziyorlar şimdi o eskinin eskisi duvarları. Artık devletler öteki devletlere karşı kendilerini füze kalkanlarından oluşan modern duvarlarla koruyorlar. Ama insanları o füze kalkanları durduramaz. Meksika, ABD sınırına yüksek duvarlar ördü Trump; olmadı, göç durmadı. İki tarafın çocukları duvardan geçirdikleri uzun bir kalası tahterevalli yaptılar. Oynadılar bir güzel. Öyledir, duvarların hikâyeleri çok farklıdır. Kısa örnekler vereyim eski ve unutulmuş bir kitaptan sizlere ey göçten korkan, ya bize yer kalmazsa ya biz de yollara düşmek zorunda kalırsak diye düşünen okurlarım.

KISA DUVAR HİKÂYELERİ

“Sokakta savaş vardı ve bir an önce dört duvarın koruyucu gölgesine sığınmak istedim. Sırtımızı duvara verdik ama yetmedi. Oğlumu koruyamadım, çapraz ateşe aldılar bizi, öldük. Neden bilmiyorum.” Hatırladınız mı sevgili okurlar. İşte bir başkası: “Aramızda duvarlar var sevgilim. Sana da oturma izni almak için uğraştım, ne yaptıysam olmadı. Daha bir yıl orada sınırın öte yakasında kalacaksın, ben burada yapayalnız seni bekleyeceğim ama geçer bugünler.” Ya da şu: “Orada çıkılması zor tepede, sağdan soldan toplama teneke parçalarıyla, yıkıntılardan toplanmış briket kalıntılarıyla ördüm evimizin duvarlarını ama olmadı gelip yıktılar.” Berlin Duvarı’nı bilirsiniz. O da bir tuhaf duvardı. Sonunda Batı’nın şatafatı Doğu’nun yoksul sabrını yendi. Yıkıldı duvar ama sonra bir baktık başka görünmez bir duvar daha varmış Doğu ile Batı arasında.

Sonra sırada öteki duvarlar var. İran sınırına boydan boya duvar örülüyor şimdi. Suriye sınırına daha önce örülmüştü ama işe yaradığı söylenebilir mi bilmiyorum. Kimileri “yol geçen hanı gibidir” diyor, kimileri de soruya çeviriyor bu zor cümleyi; “yol geçen hanı mı burası?” Ama kim bilir belki de gelip geçmek istiyorlardır. Aslında Türkiye’de kalanlar Batı'nın kabul etmedikleridir. Okumuşu yazmışı çoktan duvarı geçti. Öyledir, göçün göçmenin de sınıfsal bir durumu, duruşu, çarelisi çaresizi, hali vakti yerinde olanı olmayanı, örgütlüsü örgütsüzü vardır.

Duvarlara duvarların hikâyelerine dönelim biz yeniden. Duvara sırtını dayamış, idam mangasının önünde dimdik duran Lorca’nın duvarını hatırlardınız mı? Peki, Nazım’ın “o duvar o duvarınız vız gelir bize vız” diye başka bir duvar hikâyesi yazdığını da mı hatırlamıyorsunuz. Belki hapiste uzun sürmüş güneşsiz günlerden sonra “dayadım sırtımı duvara” dediğini. Olmadı kesmedi mi sizi şu dehşet günlerinde. Öyleyse dinleyin köhne Avrupa’nın hikâyesini.

AH AKDENİZ TUT ONLARI

Avrupa yüksekten atıp tutmasına rağmen bir mezarlığa benziyor. Bakımlı, çiçekli mezar taşlarının her gün biraz daha modernleştirdiği bir mezarlık Avrupa. Kentlerinde boşuna bir gayretkeşlikle dünyayı anlamaya ve mutlaka yorumlamaya ve ona yön vermeye meraklı insanların dolanıp durduğu bu eski ve yaşlı kıta davayı çoktan yitirdi. Bu mezarlığın sakinleri yitirdikleri savaşta duydukları ürküntü ile öteki dünyalara haset ve hayranlıkla bakarlar. Ama asıl önemli özellikleri sürekli yüksekten bakmayı Akdeniz’den ödlerinin kopmasıdır. Akdeniz onlar için bir korkudur. Bu nedenle de Akdeniz’i hep bir tatil yeri olarak anmayı ve öyle görmeyi dilerler. Akdeniz korkusu, bu büyük denizi korkusuzca aşmayı, ölümü göze alarak Avrupa sahillerine ulaşmayı hedefleyen on binlerden duyulan telaştır. Neden bu kadar korkuyor Avrupa? Göçmenlerden neden bu kadar ürküyor? Çünkü Avrupa o kapıları zorlayan göçmenlerin, mültecilerin ülkelerinde edindiği birikimle büyüdüğünü biliyor; bu büyük günahın farkında, bedel ödemek istemiyor. Bedelin büyük ve ağır olacağını anladı. O zaman eski faşizm zamanlarının bilgisine, becerisine başvuruyor. Akdeniz’i aşıp geçenleri durdurmak o pek iyi bildiği toplama kamplarına benzer kamplar kurmak istedi Libya’da; başaramadı. Şimdi de yine aynı masalı okumak, Türkiye’de AB’ye sınırı olan ülkelerde kamplar kurulmasını istiyor, “kesenin ağzını açarım, siz de payınızı alırsınız” diye rüşvet teklif ediyor.

Aslında eski bir duvar ustasıdır Avrupa; bilir kamplarda ölüm nasıl çoğaltılır, umut dansa davet eden beyaz bir eldiven gibi nasıl çıkarılıp atılır. Ama işte onu kimse dinlemiyor artık. Azalan nüfusunu göçmen işçilerle tamamladın; onları iyice sömürerek sürdürdüğün büyümenin de sonu geliyor. Bu kez gelenlere verecek işin yok. Onları beslemek istemiyorsun. O nedenle büyük bir telaş içinde “duvar! duvar!” diye bağırıp duruyorsun.

***

Dünya yanıyor. İrili ufaklı tekellerin krizleri önleme merkezlerinde bu kez konuşulan konu “göçmenleri nasıl durdurmalı” konusudur. Her kafadan bir ses çıkıyor. “Daha çok para verelim” diyor birisi, bir diğeri “duvarları yükseltelim iyice, tellere elektrik verelim” diyor utanmadan. Ama neden utansın ki; yabancı düşmanlığı artık kanıksanmış bir durumdur, ırkçılık ise korunup kollanması gereken eski bir ders kitabıdır Avrupa için.

Yine de boşuna çabalıyorsun Avrupa. Duvarlar yakında üstüne üstüne gelecek senin. Suçunu itiraf bile etmeye vaktin olmayacak, yanıyor çünkü Dünya ve kundakçı sensin.