Nice’den Paris’e giden trende birkaç kere horoz sesiyle uyanıyorum. Telefonunun melodisini horoz sesi yapan insanı merak ederek kafamı çeviriyorum. Kucağında horozla bir adam. Fransızlara neden Horozlar diyorlar şimdi anlıyorum. Birinci sınıf tren yolculuğunda kucağında horoz olan biradama rastlayabiliyorsunuz. Bana Fransızca bir şeyler söylüyor ve telefonunu uzatıyor. Fotoğrafını çekmemi istediğini anlıyorum. 9. günümde Fransızcayı olmasa bile Fransızların ne demek istediklerini anlar oldum. Fotoğrafı çekerken fark ediyorum horozun façası var, belli ki dövüşlere katılan cinsten. Hâlâ hayatta olduğuna ve adamın ona duyduğu sevgiye bakınca da bir şampiyonla karşı karşıya olduğumu anlıyorum. “Rocky” diyorum adama şampiyonu göstererek. Gülüşüyoruz. Bir dostumun söylediği laf geliyor aklıma; “birbirimizi anlamak için aynı dili konuşmak zorunda değiliz.”

Paris’e varıp otelime yerleşiyorum. Trendeki uykuya birkaç saatlik takviye yapıp Cüneyt Çakır’ın yönettiği Belçika - İrlanda maçını odamda seyrediyorum. Kırmızı Şeytanlar, İtalya yenilgisinin acısını İrlanda’dan çıkarırken Cüneyt Çakır performansıyla bir üst tura çıkmayı garantiliyor.

Türkiye’nin turnuvanın en kötü futbolunu oynaması sebebiyle eve dönüş tahminimden erken olabilir. Paris’e tekrar dönemeyebileceğimi düşünerek Parc de Prince’e geçmeden önce Champs-Elysees’de biraz dolanıyorum. Bir taraftan yürürken bir taraftan da Radiohead’in çok beğendiğim son albümü dinleyerek Cihangir’e selam yolluyorum kendimce.

Stada doğru yola çıktığımda içimden “ilginç, trende hiç taraftar yok” diye geçirdikten bir durak sonra Avusturyalılar doluşmaya başlıyorlar! Bir gün önce Medya Merkezi’nde maçları izlerken yerimden her kalktığımda gol olmasına şaşıran yanımdaki İtalyan gazeteci aklıma geliyor. “Benim için çok normal” demiştim, “hayat bana karşı hep acımasız oldu”. Yenilirsen değil vazgeçersen kaybedersin mottosuyla “vagonda hiç Portekizli yok” diye içimden geçiriyorum vagonun tıka basa dolu olmasına güvenerek.



Medya Merkezi çok kalabalık olduğu için İzlanda - Macaristan maçının ikinci yarısını basın tribünününarkasındaki salonda izlemeye karar veriyorum. 1-0 önde olan İzlanda 88. dakikada talihsiz bir golle galibiyeti kaçırıyor.İzlanda’nın altın neslinin hikâyesi de başka bir yazıya kalıyor. Yenilgiden son anda kurtulan Macarlar kaşla göz arasında 4 puanı toplayıp bir üst turu garantiliyorlar.

Maç esnasında zor durumda kalmamak için stadyumdaki yerime geçmeden önce tuvalete uğruyorum. Yanımdaki pisuvara gelen adam Thierry Henry! Hayat merhaba demek için en yanlış zamanda Henry’yi yanıma yollayarak benimle dalga geçmeye devam ediyor.

Kadrolar açıklandığında Portekiz’de Quresma’nın bu sefer 11’de başladığını görüyoruz. Stadyumda kadrolar okunurken Ronaldo’dan sonra en çok alkışı alan oyuncu da o oluyor. İlk maçtaki tek golü atan Nani de ilk on birde. Avusturya’da, bir dönem Beşiktaş’ta kiralık oynayan ancak hiç forma giymeyen Türk asıllı kaleci Ramazan Özcan gene yedek kulübesinde. Bayern’de defansif orta saha olarak forma giyen David Alaba, Avusturya’da forvetin hemen arkasında daha ofansif bir görev alıyor. Ulusal takımlar düzeyindeki turnuvaların en çok bu yönünü seviyorum. Kendi takımında defansif yönlerini bildiğimiz bir futbolcunun bu tarz turnuvalarda başka marifetlerini görme şansımız olabiliyor. Kartların yeniden dağıtılması gibi bir şey. Tüm iyi oyuncular değişik takımlara dağıtılıyor ve parayı bastırarak en iyi oyuncuları takımına toplama şansın yok. O yüzden Sergio Ramos ile Andreas Iniesta’yı aynı takımda, Gareth Bale ile Cristiano Ronaldo’yu ise rakip olarak görebiliyoruz.

İlk maçını 2-0 kaybetmesine rağmen Avusturya taraftarları metrodaki üstünlüğünü tribüne yansıtmışlardı. Maç hareketli ve heyecanlı başlıyor ve bu durum maç geneline yayılıyor. Portekiz üstün olan taraf ama Ronaldo gününde değil. Yıldız futbolcu 4 Avrupa Şampiyonası’nda da gol atan ilk oyuncu olma fırsatını defalarca yakalıyor fakat penaltı vuruşu da dahilhiçbirini değerlendiremiyor. Avusturya, Portekiz orta sahasını rahat geçse de Portekiz’in tecrübeli stoperleri Pepe ve Carvalho son hamlelerde hep başarılı. Takım savunmasının yumuşaklığı açısından Portekiz’e benziyoruz, ancak onların fark yaratan stoperleri var. Maç 0-0 bitse de keyifli bir maç oluyor. Avusturya tribünlerinin gününde olmayan Ronaldo’yu kızdırmak için “Messi” diye tempo tutmaları aklıma geldikçe gülümsüyorum.

Maç sonunda kendini gösteren dolunay ve metro girişindeki yığılma sebebiyle biraz yürümeye karar veriyorum. Hayatta becerebildiğim ve beceremediğim şeyleri düşünerek yürüyorum. Odama gelip turnuva kitapçığıma günün sonuçlarını yazıyorum. Yarından itibaren kimlerin evine döneceğinin belli olacağı üçüncü maçlar başlıyor, Türkiye’nin bile hâlâ şansı olduğu son maçlar...