Google Play Store
App Store
Yanlışları doğrularla açıkladı
Fotoğraf: Bianet

Haber Merkezi

Seçilmiş TİP Hatay milletvekili Can Atalay, milletvekilliği ile ilgili Anayasa Mahkemesinin de öngördüğü kararlar ile ilgili iddia edilen yanlış görüşleri doğrularıyla yanıtladı. Atalay cevabında TBMM 28. Dönem 2. Yasama yılı 114. Birleşim tutanağından pasajlar yayınladı. Atalay’ın doğru ve yanlışları açıkladığı mesajından öne çıkanlar şöyle:

"TBMM’de “Can Atalay Olayı” Üzerine Yapılan Görüşmenin Tutanakları Bizlere Ne Anlatıyor?

“Can Atalay Olayı” üzerine yapılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 16 Ağustos 2024 günlü 114’üncü birleşiminde, Adalet ve Kalkınma Partisi sözcülerinin konuya ilişkin görüşlerini ve gerekçelerini oturum tutanağını esas alarak ele alacağız. Apaçık bir hukuki durum ve hakikat hakkında hangi dayanağı olmayan gerekçeleri savunduklarını göstereceğiz. Meclis’te, bütün yurttaşların huzurunda böylesine yanıltma çabalarına karşı kamuoyunu Silivri’den uyarmayı bir görev biliyorum.

Çünkü sözkonusu “Olay” etrafında hepimizin anayasal hakları ve bir bütün olarak anayasal düzen askıya alınıyor ve yanıltmalarla, olanı yok saymalarla bir “anayasal darbe”nin yolunda ilerleniyor…

*** Nasıl Mahkûm Edildik? ***

İlk olarak Milletvekili Muhammet Emin Akbaşoğlu (AK Parti), “istinaf ve temyiz incelemesinden geçen” bir yargılamayı göz ardı ederek “kimsenin Anayasa’yı ve kanunları dolanarak bir hükümlüyü, kesin hükümlüyü bu konuda masummuş gibi gösterecek…” yönde davranmamasını söylüyor.

Akbaşoğlu, yasalarımıza uygun olarak hakkımda tamamlanmış bir süreç olduğunu söylerken doğruyu söylemiyor. Çünkü milletvekili seçilmemden sonra Anayasa Mahkemesi hakkımda, “yargılamanın vekilliğimin sonuna kadar durdurulmasına” hükmetti. İşte zaten “Olay” da burada, Anayasa’nın ve Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına karşın fiilen, iktidarın gücüyle hapiste tutulmaya devam edilmemle başladı. Dolayısıyla Akbaşoğlu’nun söylediği gibi “istinaf ve temyiz incelemesinden geçen” bir süreç iddiası şahsım bakımından bütünüyle hukuksuz bir iddiadır. Hukuk yanında duran benim, karşısında duranlar böylesi iddia sahipleridir.

Bakalım “yargılama, istinaf ve temyiz süreci” nasıl ilerlemiş? Gezi Davası yargılaması sürecindeki onlarca hukuksuzluktan yalnızca iki başlığı özetleyerek sürecin hukukla herhangi bir bağının olmadığı, bütünüyle siyasi müdahalelerle yönlendirildiğini göreceğiz.

Birinci örnek: Çarşı Davası’nı Yargıtay, Gezi Davası’nı İstinaf bozdu. Her iki davanın beraat kararları bozulurken Yargıtay’ın ve İstinaf’ın “şunları, şunları yapın” dediği hiçbir işlem yeni yargılamada yapılmadı. Direkt mahkûmiyet verildi. Yargıtay da İstinaf da “dediklerimi neden yapmadınız” diye hiç sormadı, Gezi Davası kararı onandı. Çarşı halen devam etmekte.

2013’te başlayan Gezi Soruşturması daha önce kesinleşmiş beraat ve takipsizlik kararlarına karşın, Fethullahçı Çete Şebekesinin (hâkimi, savcısı ve polisi ile tam bir şebeke) işlem ve kararları ile elde edildiği iddia edilen ve 17-25 Aralık Soruşturmaları ile birebir aynı şekilde elde edilen “delil”lerin yeniden “kıymetlendirilmesi” ile ancak 2019 yılında bir iddianame haline getirilebildi.

“Getirilebildi”, çünkü telefon tapeleri hakkında 17-25 Aralık Soruşturmaları vesilesiyle artık benzeri uygulamaların delil olamayacağı kararı verilmişti ve de tümü gerçek kabul edilse dahi ortada bir suç yoktu.

2019 yılında başlayan yargılamada sanıkların sorguları tamamlandıktan hemen sonra İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı dosyanın tutuklu sanığı Osman Kavala ile ilgili olarak “tahliyesi” yönünde muhalefet şerhi düşmeye başladı.

Mahkeme Başkanı’nın “tahliye” yönünde muhalefet şerhlerinin anlamı açıktı ve İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yeni hâkimler görevlendirilerek “Gezi Davası”nı yeni bir mahkeme başkanı başkanlığında yeni bir heyetin sürdürmesi sağlandı.

Ancak dosyadaki durum o kadar açıktı ki yeni heyet dahi 20.02.2020 günü tüm sanıklar yönünden oybirliği ile beraat kararı verdi.

“Beraat eden” Osman Kavala ise akla ziyan yöntemlerle mahpus tutulmaya devam edildi.

Buraya kadar olan özetti. Şimdi “birinci örnek”e geçiyorum.

2013’ten bu yana Gezi Direnişi ile ilgili sürdürülen soruşturmalardan, açılan davalardan ikisi önem kazandı: Gezi Davası ve Çarşı Davası …

Gezi Davası’nda 20.02.2020’de verilen karar İstinaf incelemesi sonucunda “bozuldu” ve yeniden yargılama kararı verildi. Bu bozma kararı esas olarak iki temel gerekçeye dayanıyordu.

· İlki, beş başlık altında sayılan deliller değerlendirilerek hüküm kurulmalıdır.

· İkincisi kamuoyunda Çarşı Davası olarak bilinen dava ile birlikte değerlendirilmelidir.

Çarşı Davası’nda verilmiş olan beraat kararına ilişkin Yargıtay’ın bozma kararı da aynı gerekçeye dayanıyordu: Beraat demişsin ama bir de Gezi Davası ile birlikte incele bakalım suç var mı yok mu …?

Ayrıntılarına bu yazı sınırları çerçevesinde giremeyeceğim -ama evlere şenlik demeden de geçemeyeceğim- bir süreç sonucunda ve ilgili bozma kararları uyarınca Gezi Davası ile İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki Çarşı Davası daha önce açıldığı gerekçesi ile anılan mahkemede birleştirildi.

Peki birleştirildi ve ne oldu?

Yanıtı çok basit: hiçbir şey! 

Sanıkların birleştirmeye karşı beyanları alındı usulen, her iki dosya birleştirildi önce, sanıklara hiçbir soru sorulmadı, bozma gerekçesi olan delil araştırması, değerlendirmesi de yapılmadı ve sonra bir anda -evet, tam olarak bir düğmeye basılmış gibi bir anda- birleştirilen Çarşı Davası ve Gezi Davası bu sefer ayrıldı, Gezi Davası’nda hızlıca çok ağır cezalar verilerek o ana kadar tüm duruşmalarda hazır bulunan sanıklarda tutuklandı. Çarşı Davası ise iki buçuk yıldır halen sürüyor…

İkinci örnek: Ses kayıtları çözümlerinde tahrifat: En önemli kanıt gösterilen “ÖNERİYORUM” sözü “ÖNERMİYORUM” çıktı.

Gezi Davası’nda suç yok. Ötesi, bu davada sanıklar ile ilgili şiddete ilişkin bir soru, hatta iddia yok. Şu ana kadar soruşturma aşamasında ifade veren, kovuşturma aşamasında sorgu veren sanıkların hiçbirine bu konuda tek bir soru dahi sorulmadı. Aksine, Savcılık tanığı polislerin sanıkların değil şiddete başvurmaları “yatıştırıcı” olduklarına ilişkin tanıklıkları var.

Tüm dosya kapsamında en fazla ağırlık taşıyan “delil” ise telefon tapeleri.

Kendi adıma konuşuyorum -ki dava arkadaşlarımın da bu yönde açık beyanları var-, tüm tapeler doğru ve hukuka uygun olsa dahi bunların hiçbirinin bir suça ilişkin olmadığını vurgulamak isterim.

Ancak bu tapeler ile ilgili dosyada çok daha basit, çok daha öncelikli bir sorun var: tapelere esas ses kayıtları, -sanıkların büyük çoğunluğu açısından- dosyada yok.

Yani Fethullahçı manipülasyonu ihtimalinin son derece güçlü olduğu bir dönemde gerçekleştirilen ve daha sonra kıymetlendirilen(!) konuşma dökümlerinin aslına uygun olup olmadığını dahi denetlemek olanaksız.

Yine de dosyaya bazı ses kayıtları konulmuş. Sanırım “yakaladık, gösterilim” düşüncesiyle koymuşlar. Gezi Direnişini yabancıların bir oyunu olarak karalama çabasının en mühim dayanaklarından birisi olarak gösterilen bir tapeye esas ses kaydı dosyada mevcut!

Detaylarını vereceğiz, ama bir özet yapalım: Söylenen iddia edilenin tam tersi…

İddianame bir kişinin “filanca ülkeden fişman kişiyi önerdiğini” söylüyor. Böylece öneren ve önerilen kişi üzerinden bir komplo ilişkileri ağı kuruyor. Peki ne oldu?

Anılan sanığın avukatı, duruşmada söz aldı ve müvekkilinin kendisini arayan bir öğretim görevlisinin bir atölye çalışmasına çağıracak kişi önermesi talebine; olağan koşullarda Filanca ülkeden Fişman kişiyi önerirdim; ancak son zamanlarda bu kişi ile ilgili kimi basın yayın organlarında çok haber çıkması nedeni ile böyle bir önerinin yerinde olmayacağını, bu nedenle önermediğini; söylüyor. Ses kaydının duruşmada dinlenmesini talep ediyor.

Dosyadaki tapelerin tahrif edilip edilmediğine ilişkin çok basit, gayet kısa sürecek incelemeler dahi yapılmadan alelacele karar veriliyor. Yargıtay’ın “tapelerin içeriğine bakın” hükmüne uyulmuyor. Böylece bozma gerekçelerinden birisi daha boşlukta kalıyor. Peki Yargıtay bu durumu yeniden görüşmesinde sorun ediyor mu? Hiç tartışmıyor bile, kararı duraksamadan ve eşi görülmemiş bir hızda onaylıyor.

İşte size “istinaf ve temyiz incelemesinden de geçen” bir yargılama sürecinin yalnızca iki örnekle özeti.

*** Meclis’te Neler Söyleniyor, Anayasa Mahkemesi Kararı Ne diyor? ***

Gelelim asıl konumuz olan TBMM’nin 16 Ağustos 2024 günlü 114’üncü birleşiminde hakikatleri söz kalabalığı ile sis perdesine alma çabalarına.

Yanlışlar nasıl ısrarla tekrar ediliyorsa biz de yanlışları tekrar tekrar göstermeye devam edelim: Çankırı Milletvekili Muhammet Emin Akbaşoğlu (AK Parti) “kimsenin Anayasa’yı ve kanunları dolanarak bir hükümlüyü, kesin hükümlüyü bu konuda masummuş gibi…” gösteremeyeceğini söylüyor.  Söz büyük, ama ne üzücü ki söyleyenler bakımından arkası boş, ayakları havada. Çünkü:

Birincisi, ortada bir hüküm yok. 16 Ağustos 2024 itibari ile Anayasa Mahkemesi, 2024/43 Esas Sayılı kararı gereği hakkımda bir “kesin hüküm” varlığından söz edilemeyeceğini hükme bağlamıştı.

İkincisi, Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen, “şahsi yorumlarını yasaların üstüne koyarak” Anayasa’yı ve kanunları dolanan sözün sahipleri. Anayasa Mahkemesi “yargılama bitmedi” dediği halde fiili durum yaratarak bir “kesin hüküm” icat eden yine kendileri.

Kısaca cümlede dile getirdikleri bütün yanlışlar bizzat onlara ait. İşte Meclis oturumu bu kadar açık dayanaksız iddialar üzerinden sürüp gidiyor.

***

Kanunları dolanarak, Anayasa’yı yok sayarak apaçık olanı gizleme çabalarını anlatmaya devam edelim.

AK Parti Grup Başkanı Sivas Milletvekili Abdullah Güler yirmiiki yıldır iktidarda olduklarını unutup; yaklaşık yirmi dakikalık konuşmasının oniki dakikasını, sonuçlandırılmayan, üstü örtülen, hatta Uğur Mumcu suikastı, Hizbullah benzeri çözüldüğü halde bozma, zaman aşımı vb. vb. yöntemleriyle temize çıkarılan olayları sıralamaya ayırdı. Oturumun konusuyla bağlantısı anlaşılamadı, ancak biz konumuzla ilgili bölüme geçelim.

Abdullah Güler’in konuşma detaylarına geçmeden son sözü, yani ana gerekçesini başa yazalım ki diğer söylenenlerin “öylesine” sözler olduğunu anlayalım.

A. Güler son cümlesi: “Anayasa Mahkemesinin ... öncelikle Anayasa’ya, Anayasa maddelerine uymadığını ve dolambaçlı yolları izleyerek kendi yıllar önce verdiği içtihatlarını da yok saydığını burada ifade etmek istiyorum” diyor (Tutanak sayfa 23). Yani asıl derdi Anayasa Mahkemesi’yle. Mahkemenin verdiği kararın esasını çok iyi anlamış ve “Anayasa Mahkemesi Kararı’nı tanımıyoruz, uymayacağız” diyor. Aşağıda okuyacaklarınız, karar şöyleydi böyleydi gerekçeleri artık teferruat oluyor. Ama yine de devam edelim.

Abdullah Güler, hukuki ilk sözünü şöyle kurdu: Kısaca, Anayasa Mahkemesi’nin var olan kararına yoktur, dedi. Bakalım:

“… Anayasa Mahkemesi bir karar verdi değil mi 1 Ağustos’ta, aslında 22 Şubat’ta karar verdi de 22 Şubat’ta verilen karar 1 Ağustos’ta yayınlandı. Acaba o gün kaç tane karar verildi 1 Ağustos’ta yayınlanan bu konuyla ilgili? Herkes 1 tane karardan bahsediyor, 2 tane karar verdi. Biri 2024/43, diğeri 2024/45. Hüküm kısımlarını okuyoruz, bir kısmında dedi ki Anayasa Mahkemesi: “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılan Genel Kurula bildirmesi işlemi iptali talebi hakkında karar verilmesine yer olmadığına. Bu, 2024/45 peki, 2024/43’te ne karar verdi?” ve devamla kendi sorduğu soruya yanıt veriyor ve olanı olmamış gösteren sorusunu soruyor:

“Talebini değerlendirdim. Milletvekili Şerafettin Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşmesinin yok hükmünde olduğunun tespitine ve Anayasa’nın 85’inci maddesi uyarınca iptaline karar verilmesi talebi hakkında karar verilmesine yer olmadığına…, Nerede tespit (AK Parti sıralarından alkışlar). Nerede tespit?”

Post truth bu olsa gerek. Apaçık gerçek üzerine bile aykırı söz kurabilmek.

A. Güler görmezden geliyor: Biz yine de tespiti anlatalım.

Öncelikle, Anayasa Mahkemesi 01.08.2024 günlü Resmî Gazete’de yayımlanan 22.02.2024 gün,2024/43 Esas ve 2024/65 Sayılı kararının hemen başında konu ile ilgili “E:2024/44, E:2024/45, E:2024/46, E:2024/47 Sayılı dosyalardaki hukuki irtibat nedeniyle E:2024/43 Sayılı dava ile BİRLEŞTİRİLMESİNE, esas incelemenin E:2024/43 sayılı dosya üzerinden yürütülmesine” karar veriyor.

Anayasa Mahkemesi aynı konu ile ilgili olan tüm diğer dosyaları yani E:2024/44, E:2024/46, E:2024/47 gibi E:2024/45 sayılı dosyayı da ‘2024/43 Esas Sayılı dosyada birleştiriyor ve konu ile ilgili tek bir karar veriyor.

Yani Güler’in söylemeye çalıştığının aksine 2024/43 Esas Sayılı dosyada “milletvekilliğinin düşmesinin yok hükmünde olduğunun tespitine” karar veren Anayasa Mahkemesi adı geçen diğer dosyalarda karar vermiyor ancak bizzat Güler’in TBMM Genel Kurulu’nda ifade ettiği üzere milletvekilliğinin düşürülmesi ile ortaya hukuki bir sonuç çıkmadığını aksine “fiili durum hakkında Anayasa Mahkemesince karar verilmesi mümkün değildir” diyor.

Ortada hukuki bir durum olmadığı, aksine fiili bir durum yaratılmaya çalışıldığı bizzat Güler’in Genel Kurul’da okuduğu satırlardan dahi anlaşılıyor.

 Peki, Güler’in büyük bir özgüvenle “nerede tespit?” sorusuna gelelim mi?

Anayasa Mahkemesi 2024/43 Esas Sayılı kararında öncelikle istem konusu TBMM işleminin Anayasal niteliğini ortaya koyuyor:

“Anayasa’nın 84. Maddesinin ikinci fıkrasında, ‘Milletvekilliğinin kesin hüküm giyme veya kısıtlanma halinde düşmesi bu husustaki kesin mahkeme kararının Genel Kurula bildirilmesiyle olur’ hükmüne yer verilmiştir. Buna göre bir milletvekilinin milletvekilliğinin kesin hüküm giyme sebebiyle düşebilmesi için milletvekilliğine engel bir suçtan kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararının bulunması ve bu kararın Genel Kurula bildirilmiş olması gerekir. (Paragraf 4)

“… kesinleşmiş bir Mahkûmiyet bulunmadan milletvekilliğinin düşmesinin mümkün olmayacağı gibi bu hususta Genel Kurula bildirimde bulunulmasın da hiçbir hukuki sonuç doğurmayacağı açıktır” (Paragraf 5)

“… Bu durumda, Anayasa Mahkemesince öncelikle değerlendirilmesi gereken husus söz konusu işlemin Anayasa’nın 84. Maddesinin ikinci Fıkrası kapsamında olup olmadığıdır…

Bu bakımdan iptali talep edilen işleme konu kesinleşmiş bir mahkûmiyet hükmünün bulunup bulunmadığı incelenmeli ve Anayasa’nın 85. Maddesi kapsamında denetlenebilir bir işlemin hukuk aleminde varlık kazanıp kazanmadığı ortaya konulmalıdır.” (Paragraf 8)

“… Somut olayda Hatay Milletvekili Şerafettin Can Atalay ile ilgili TBMM Genel Kurulunda okunması mümkün olan, kesinleşen bir hükmün varlığından söz edilemez. Bu bağlamda eldeki iptal talebinin, Anayasa Mahkemesi’nin daha önce verdiği ihlâl kararlarının icrası sürecinde gerçekleşen bir işleme yönelik olduğu gözden uzak tutulmamalıdır…” (Paragraf 10).

Tam bu aşamada “…Anayasa Mahkemesi’nin ihlâl kararına konu süre(ç) ve sonrası ele alınmış (Paragraf 11, 12, 13, 14, 15, 16, 17, 18, 19, ve 20) ve Anayasa Mahkemesi’nin 25.10.2023 tarihinde verdiği hak ihlâli kararı sonrasında Hatay Milletvekili Şerafettin Can Atalay ile ilgili kesinleşen bir hükmün varlığından söz etmek mümkün değildir…” (Paragraf 22) denilerek “… Anayasa Mahkemesi’nin ihlâl kararından sonra kararın hüküm fıkrasında belirtildiği şekliyle ihlâle yol açan kararın ortadan kaldırılması anayasal bir zorunluluktur…” (Paragraf 22) denilerek Güler’in “Nerede tespit?” soru daha sorulmadan tane tane yokluk tespit edilmiştir.

Yalnızca bu kadar mı?

Hayır; Anayasa Mahkemesi 22.02.2024 gün, 2024/43 Esas ve 2024/65 Karar Sayılı kararında “milletvekilliğin düşmesinin yok hükmünde” oluşuna ilişkin,

“TBMM Genel Kurulunda okunan metinde yer alan Dairenin 3/1/2024 tarihli ve 2024/1 Değişik İş Sayılı kararı da Anayasa Mahkemesi’nin anılan bireysel başvuru kararına uyulmasına yer olmadığına ilişkin Türk Hukukunda verilmesi mümkün olmayan, Anayasa’nın tamamen dışında kalan ve hukuki dayanağı bulunmayan bir karardır” (Paragraf 25) denilmiş ve Türk hukukunda yeri olmayan bir yazının TBMM Genel Kurulunda “…okunması suretiyle oluşturulan bu fiili durumun Anayasa’nın 84. Maddesinin İkinci Fıkrası kapsamına giren bir yasama işlemi olarak değerlendirilmesine imkân bulunmamaktadır.”

Sonuç olarak Anayasa Mahkemesi’nin 25.10.2023 tarihinde verdiği 2023/53898 başvuru numaralı kararı sonrasında Hatay Milletvekili Şerafettin Can Atalay hakkında kesin hüküm varlığından söz edilmesi hukuken mümkün olmadığından…” (Paragraf 26) “… hukuken var olamayan işlem ile ilgili söz konusu talebin incelenmesine imkân bulunmamaktadır…” (Paragraf 31) denilerek “… Hatay Milletvekili Şerafettin Can Atalay’ın Milletvekilliğinin düşmesinin yok hükmünde olduğunun tespiti ve Anayasa’nın 85. Maddesi uyarınca iptali talebi hakkında karar verilmesine yer olmadığına…” karar verilmiştir (Paragraf 32 ve Hüküm).

Özcesi;

· TBMM Genel Kurulunda okunması mümkün olan, kesinleşen bir hükmün varlığından söz edilemeyeceği

· Kesin hükmün Genel Kurula bildirilme işleminin milletvekilliğin düşmesi sonucu yönünden yok hükmünde bir nitelik taşıdığı ve bu nitelikte olmayan bir yazının okunması ile milletvekilliğin düşmesinin mümkün olmayacağı gibi bu hususta TBMM Genel Kuruluna bildirimde bulunulmasının da hiçbir hukuki sonuç doğurmayacağı

· Anayasa Mahkemesi’nin Ekim 2023 tarihli ihlâl kararı karşısında verilen Anayasa Mahkemesi kararlarına uyulmaması ve uyulmasına yer olmadığına ilişkin kararlara hukuki değer atfedilemeyeceği

· TBMM Genel Kurulun da okunan metnin Anayasa Mahkemesi’nin anılan bireysel başvuru kararına uyulmasına yer olmadığına ilişkin Türk hukukunda verilmesi mümkün olmayan, Anayasa’nın tamamen dışında kalan ve hukuki dayanağı bulunmayan bir karar olduğu

Açıklandıktan sonra ve bu gerekçelerle

· Milletvekilliği düşmesinin yok hükmünde olduğunun tespitine karar vermiş

· 2024/45 ile, Hukuken “yok” olan ve fiili (de facto) bir durum niteliğindeki işlem ile ilgili karar verilmesine yer olmadığına karar vermiştir.

“Yokluk” tespitinin “iptal” de kapsayıcı olduğunu görmek ileri hukuk bilgisi gerektirmez.

***

A. Güler: AYM Öncekilerde böyle söylemedi, diyor!

AYM: Bu dava ilktir, öncekilere benzemez, diyor!

***

Adalet ve Kalkınma Partisi Grup Başkanı Abdullah Güler’in tutanaklarda bir iddiası daha var:

“…Bakın arkadaşlar, 2021 yılında bir kararı var Anayasa Mahkemesi’nin, (2021/33) karar Esas Sayısı 2021/23 karar sayılı (devamla) 2021 yılı kararı. Arkadaşlar (2021/33) Sayılı kararında Anayasa Mahkemesi oy birliğiyle yetkisizlik nedeniyle reddetmiş (AK Parti sıralarından alkışlar)…”

Anayasa Mahkemesi’nin daha önce aynı konu ile ilgili verdiği kararlardan farklı bir karar verdiğini söyleyen Abdullah Güler; bu “içtihat değişikliği” iddiasından sonra anlaşılmaz imalarda da bulunuyor. Oysa Anayasa Mahkemesi anılan kararında Abdullah Güler’in iddiasına çok açık yanıt var:

“…TBMM Genel Kurulunda okunması mümkün olan, kesinleşen bir hükmün varlığından söz edilemez. Bu bağlamda eldeki iptal talebinin, Anayasa Mahkemesi’nin daha önce verdiği ihlâl kararlarının icrası sürecinde gerçekleşen bir işleme yönelik olduğu gözden uzak tutulmamalıdır … önceki olayların hiçbirinde okuma işlemi öncesinde verilmiş bir ihlâl kararı söz konusu değildir (bkz. AYM, E:2021/33, K:2021/23, 31/3/2021; AYM, E:2020/49, K:2020/36, 25/6/2020; AYM, 2020/50, K:2020/37, 25/6/2020). Bu yönüyle iptal talebi öncekilerden farklı olup bu anlamda Anayasa Mahkemesi’nin önüne ilk kez gelmektedir. …” (Paragraf 10)

Kararda bu öncekilerden farklıdır dediği ve sırası ile saydığı dosyalardan ilki 2021/33 Esas Sayılı dosyadır ve daha Abdullah Güler “içtihat değiştiriyorlar” iddiasını dile getirmeden önce somut olayın farkı ve ilk kez bu nitelikte bir inceleme yapıldığı hüküm altına alınmıştır.

Abdullah Güler, Anayasa’nın 6. Maddesinden, “Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir” hükmünden; 11. Maddesinden, “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlar” kuralını ifade ediyor. Anayasa Mahkemesi Kararlarının bağlayıcılığını bile bile bu alıntıyı neden, niçin yapıyor, anlaşılamıyor.

Halbuki, bizzat kendileri yalnızca Anayasa’nın 6. ve 11. Maddelerini ayaklar altına almıyorlar, başta Anayasa 2, 6, 11, 138, 148, 153 ve 158. Maddeleri olmak üzere bir bütün olarak Anayasayı ayaklar altına alıyorlar.

A. Güler, “Anayasamızın 154’üncü maddesinde yer aldığı gibi Yargıtay, adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adlî yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir” diyor, ama burada duruyor devamını getirmiyor.

Anayasa’nın 148, 153 ve 158 maddelerinin açık hükmü uyarınca sözünü ettiği aşamadan sonra bir “Anayasa’ya uygunluk incelemesinin” olduğunu, buna ilişkin kararların Türkiye Cumhuriyeti’ndeki her kişiyi ve kurumu bağladığını bilmezden geliyor; gözlerden kaçırmaya çalışıyor. Zaten Abdullah Güler de esas olarak Anayasa Mahkemesi’nin yanlış karar verdiğini, uymayacaklarını açık seçik beyan ediyor.

Bu bölümü bitirirken tekraren yukarıda söylenenlerin detaylar olduğunu,  A. Güler’in ana görüşünün Tutanak sayfa 23’de söylediği gibi “Anayasa Mahkemesinin ... öncelikle Anayasa’ya, Anayasa maddelerine uymadığı” olduğunu, Mahkemeyi tanımadığını belirtelim.

***

Yeniden Çankırı Milletvekili Muhammet Emin Akbaşoğlu konuşmasına dönelim ve çok uzayan bu yazıyı nihayetlendirelim.

Akbaşoğlu: “Anayasa Mahkemesi talepleri reddetmiştir … Çok net.” Bakalım “net” mi acaba?

Akbaşoğlu: “Meclisin bu bildirmeye dair bildiriminin iptaline ilişkin bir talebi olmuştur. Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulunanların ve yürürlüğün de durdurulmasını istemişlerdir.

Anayasa Mahkemesi vermiş olduğu kararla, Ağustos’ta yayınlanan Resmî Gazetedeki kararla her iki talebi de reddetmiştir, hüküm cümlesinde her 2 talebi de reddetmiştir, çok net.”

Karar çok net, ama netlik Akbaşoğlu’nun iddiasının tam aksi yönünde.

Birincisi; Anayasa Mahkemesi milletvekilliğinin düşmesinin yokluğunun tespitine ilişkin kararını Anayasa’da belirtilen kesin sürenin son günü olan 22.02.2024’te veriyor. . “Yoktur” diyor, yok olanın bir de iptali mümkün olamıyor.

İkincisi, Akbaşoğlu’nun “yürütmenin durdurulması isteminin reddedildiği “ vurgusudur.

Dosyanın esastan incelendiği, karara bağlandığı ve “yok hükmünde olduğunun tespit “ edildiği tarihte Anayasa Mahkemesi neden ve nasıl yürütmenin durdurulması kararı versin? İlgili işlem “yok” diyor ve noktayı koyuyor; ayrıca onun yürütmesini neden durdursun?

Burada Anayasa Mahkemesi’nin ilgili karar neden 5 ayı aşkın bir süre açıklanmadığı sorusunu sorabiliriz. Karar verdiği anda açıklansa zaten “yürütmeyi durdur” demiş olacaktı. Akbaşoğlu kararın uzun süre bekletilerek açıklanmış olması durumunu istismar ediyor.

Bitirirken, Akbaşoğlu, “Kimsenin Anayasa’yı ve kanunları dolanarak bir hükümlüyü bu konuda masummuş gibi göstererek…”sözünü yanıtlayalım.

Anayasal olarak hakkımda kesin bir hüküm bulunmuyor. Gayri yasal olarak cezaevinde tutulmaktayım. Bu halının altına süpürülerek kurtulabileceğiniz bir hâl değildir.

Anayasa’ya ve yasalara uyulmasını talep ediyorum.

Saygılarımla."