Yunanistan “Hayır” dedi... Bu başlık haftaya girerken bizde ve Avrupa’da geniş yer buldu. Şüphesiz bu hayır, ilk aşamada kapitalizme hayır demek değildi. Ancak uzaktan uzağa bunu çağrıştırmadığı da söylenemez. İşte egemenlerin asıl korkusu bunun altında yatıyor.
Zira Avrupa’da ve tabii ki yerkürede ezilenler, yoksullaşanlar gün geçtikçe kapitalizmi daha fazla sorgular oldular.

“Tüket ve mutlu ol!” mottosu geri tepiyor. Cepte paralar tükendikçe mutsuzluk da yükseliyor. Çare; “Borçlanın, ucuz kredi verelim ve harcamaya devam edin...” Sıfır noktasından eksiye doğru hızla yuvarlanan tüketici bu sefer iki kez mutsuz oluyor.

Sonuç; depresyon, intihar ya da isyan... İşte son sözcük, isyan korkularının nedeni.
Yunanistan nasıl bu noktaya geldi? Sorusuna Boratav Hoca kısaca şöyle yanıt veriyor;
“Avro’ya geçişi izleyen sekiz yıl, bağımlılıkları hızla artırdı; AB bankalarından kredi akımları, ülkeye yapay bir “Lâle Devri” getirdi. Rekabet gücü aşındı; cari açık ve Yunanistan’ın dış borçları tırmandı.”

Yani, AB bankalarının “ tüketin, daha fazla tüketin, işte size ucuz kredi!” saldırısı en önemli etkenlerden biri. Gerçek bir saldırı bu finans-kapitalin saldırısı...

Benzer bir saptamayı da Prof. Dr. Mike Tsionas yapıyor; ”Avrupa’nın düşük faiz oranı trendi ve buna müteakip kredi alım kolaylığı ile kredilerdeki büyük artış ülkenin bu duruma gelmesine sebep oldu.”

Kapitalist üretim ekonomisi daha fazla tüketimle kârlarını katlamakta. Bunun için de tüketimi devamlı pompalamak zorunda. “İhtiyacım yok” sözcüğünü tüketicilerin literatüründen çıkartmak onun başlıca görevi. Şimdi yeni söylem şu; “Klasik söylemde pazarlamanın ihtiyaçları belirlemek ve karşılamak olduğu söylenir. Bu tanım şimdi pazarlamayı tarifte yeterli değil. Buna yüzyılın başında ‘ihtiyacı yaratma” kavramı da eklendi. Kısacası psikolojik özellikler içeren, hedef kitlenin bilinçaltını ele geçiren bilimsel yöntem de pazarlamanın başlangıç aşaması. Bir tür ihtiyaç yaratma mühendisliği. Satış eylemi ise bu uzun zincirdeki sadece birkaç halka...”
Burada dikkat çeken bir nokta ise, “hedef kitlenin bilinçaltını ele geçiren bilimsel yöntem” söylemi. Yeni ifadeyle, nöroekonomi/ nöropazarlama... Bazı kapitalistlerin deyimiyle insan beynin satın alma anahtarının keşfi. Nöroekonomi alanında son günlerde pek çok araştırma yapılmakta. Bu alanda ABD’de alınan patentlerde de hızlı bir artış gözlemlenmekte. Şöyle ki, 2000- 2010 arası bu alanda alınan patent sayısı, 400. 2010 ile 2014 arası bu sayı ikiye katlanarak 800 oluyor. Ve 2014 yılı gerçek bir patlamaya tanık oluyoruzi. Sadece bu yılda alınan patent sayısı 800... ABD Nielsen firması bu patent sahipleri arasında en önde geleni.

Bu alanda yüzlerce patent almış durumda. Örneğin Nielsen’in patent aldığı bir cihaz, EEG yöntemiyle beyin dalgalarını algılayıp bir kişinin bir ürün, reklam ya da ürünün paketi hakkında ne düşündüğünü anlayabiliyor.

Nöropazarlama Türkiye’ye de girmiş durumda. Bu alanda faaliyet gösteren firmalardan biri olan Thinkneuro web sayfasında nöropazarlamayı şöyle tanımlıyor; “Duygusal temellere dayanarak verilen satın alma kararı, bilinç dışında şekillenmektedir. Nöropazarlama tüketici duygularını ve derin iç görüyü insanlara sormadan masaya getirme bilimidir.”

İfade edildiği gibi nöropazarlama, size sormadan sizi masaya yatırma eylemidir.
Bu konuda subliminal mesajlar reklamlarda vb yerlerde zaten kullanılıyordu. Öyle anlaşılıyor ki şimdi sıra tüketici beyninin işgaline gelmiş durumda.

Gelinen noktada biz tüketiciler daha doğrusu ihtiyaç sahipleri bu saldırılardan kendimizi nasıl koruyacağız?

Öncelikle madem ki bilinçaltımızı gıdıklıyorlar, biz de daha fazla bilinçlenerek buna izin vermeyeceğiz. Her yanımızı saran reklam bombardımanından uzak durmak mümkün olsa gerek. Aynı şekilde bir yandan çevre ve doğa koruma eylemlerinde yer alırken diğer yandan da buna uyumlu olarak ihtiyaç belirlemede de çok hassas olmalıyız. Bütün bu ve buna benzer kişisel önlemlerin ötesinde elbette örgütlenmek en önemlisi... Kapitalist sistemin içinde de toplumsal bir ekonomik modelin nüvelerini yeşertebiliriz. Daha fazla gecikmeden, dayanışma kooperatifleri, kollektifler, komünler üzerine kafa yormalı, tartışmalı ve hayata geçirmenin yollarını aramalıyız. Pek çok örneği olan bu tür örgütlenmeleri bu topraklarda da hayata geçirebiliriz. Örneğin “Haziran Hareketi” bu kanalda ortak iş yapma kültürünü geliştirecek bu tip pratikler yartatabilir. Bunun için yerel meclislerin çok uygun bir zemin olduğu kanısındayım. Yapabiliriz...