Gökyüzünde kadını, sanki her zerresinde başka bir usta ressamın başka bir maharetli fırça darbesini taşıyan, sanat eseri gibi bir adam karşıladı

Yapboz

YEŞİM COŞKUN

Parlak bulutların gökyüzünü aydınlattığı güneşli bir gündü. Toz mavisi gökyüzü, güneşin turuncu ışıklarını avuçlarında ovalayıp yumuşatarak yeryüzüne bırakıyordu. Doğadaki her şeyin mutluluğu çağrıştırdığı bugünde, en az gün kadar duru ve aydınlık bir kadın, topuklu ayakkabılarının zeminde çıkardığı romantik sese uyarak yürüdü.

Kadının yüzünde, henüz hayat tarafından yeterince hırpalanmamış olmanın getirdiği kendinden emin bir ifade vardı. Caddenin köşesini döndüğünde, elinde özenle seçtiği yeni kitaplarıyla kitapçıdan çıkarken, metroya yürürken, vapurda, martıların heybetle kanat çırpmasını izlerken, her an her yerde yaşamla çarpışacağını umuyor; şehrin sokaklarında, filmlerde gördüğü bol tesadüflü hikâyelerin bir gün kendi başına da geleceğini umarak yürüyordu.

Yine o gün, yaşadığı kentin en kalabalık caddelerinden birinde dolaşırken, asırlardır beklediği yaşam karşısına, yeryüzüne inmiş beyaz bir bulut olarak çıktı. Ayak bileğiyle aynı hizada kıpırtısız duran bulutun üzerinde kırmızı bir yapboz parçası vardı. Kadın eğilerek yapboz parçasına uzandığında, yarım metre ötesinde, biraz daha yüksekte bir bulutun daha oluşmakta olduğunu gördü. Ardından bir bulutun, bir bulutun daha... Böylece bulutlar, gökyüzüne tırmanan bir merdiven oluşturacak şekilde meydana gelmeye başladılar. Her bulutun üzerinde, tamamlanmayı bekleyen bir yapbozun başka parçası duruyordu. Kadın heyecan ve merak içinde yapboz parçalarını toplayarak gökyüzüne tırmanmaya başladı.

Gökyüzünde kadını, sanki her zerresinde başka bir usta ressamın başka bir maharetli fırça darbesini taşıyan, sanat eseri gibi bir adam karşıladı. Tanrı’nın başyapıtıymış gibi gururla ışıldayan adam, birkaç basamak aşağısında büyülenmiş duran kadına içtenlikle gülümsüyor, elini tutması için onu ikna etmeye çalışıyordu. Oysaki kadın ikna edilmeye gereksinim duymuyordu. Son basamağa geldiğinde, elindeki yapbozu tamamladı ve ortaya çıkan kıpkırmızı kalbi sonsuz bir teslimiyet duygusuyla adama uzattı. Ardından da elini tuttu adamın. O anda bütün Parisler ayaklarının altına serilmiş, bütün şaraplar onun dudaklarından içilmiş, bütün çiçekler onun için toplanmıştı. Ve başladılar. Gökyüzünde birbirlerinin saçlarını okşayıp, ruhlarını kanatlandırdılar.

Kadın mutluydu, toprağını bulmuş bir çiçek kadar yerleşik ve huzurluydu. Bir gün, tam da kollarını iki yana açmış, bulutların üstünde olmanın keyfini çıkardığı ve artık hayatında hiçbir şeyin kötü olamayacağını düşündüğü anda, adam kadını yeryüzüne geri itti. Saatte bir asırlık hızla yeryüzüne düşmeye başladı kadın. Şaşkındı, afallamıştı; kafasını çevirip bulutların üstüne, onu aşağıya iten elin sahibine baktı; adam çoktan arkasını dönmüştü bile, artık yapayalnızdı.

Düştü, düştü, günlerce düştü kadın. Yere çakıldığında, yaşadığı hayal kırıklığı o kadar büyüktü ki; tam teşekküllü bir hastaneye yatarak hayallerini alçıya aldırmak zorunda kaldı. Ağrıları günlerce sürdü. Kalbi acıyor, kollarındaki derman acıyor, göğüs kafesindeki boşluk acıyordu. Hepsini tek tek şefkatle sarıp sarmaladılar. Böylece iyileşti kadın. Hayal kırıklıkları kaynadı ve duyguları yeniden yerli yerine oturdu. Ama maalesef bazı hasarlar kalmıştı. Örneğin; güven eklemlerinde çatlaklar oluşmuştu ve bir daha hiçbir zaman eskisi kadar sağlam olamayacaktı, kalbinde tutan yaranın kabukları soyulmuş fakat izi, bir oya gibi ilmek ilmek bedenine işlenmişti. Yine de daha iyiydi.

Bir gün kadın başka bir caddede başka bir topuklu ayakkabıyla yürürken bambaşka bir bulut çıktı karşısına. Başta tereddüt etti, “Ya yeniden düşersem?” dedi. Ama korkarak yaşayamazdı, biliyordu. Daha temkinli adımlar attı gökyüzüne. Daha temkinli sevdi karşılaştığı adamı. Fakat ne kadar dikkatli hareket ederse etsin bir türlü kendini güvende hissedemiyordu. Bütün gün gözlerini adamın üstüne dikip bir hata yapmasını bekliyordu. Sonunda o kadar yoruldu ki adamla kadın bu temkinli, güvensiz, tadı tuzu kaçmış ilişkiden, birinin gözüne yıldız tozu kaçsa diğerinin o gün gökyüzünü süpürmemesinden bilerek, bıktırıcı, usandırıcı kavgalar etmeye başladılar. Ve bir gün kadın, bu cinnet hâline daha fazla dayanamadı. Her an kötü bir şey olacak, her an tepetaklak olacak gibi hissetmekten öyle yorulmuştu ki, kötü şeylerin olmasını beklemeyi bırakmaya ve korktuğu yıkımı kendisi gerçekleştirmeye karar verdi. Kadın, içindeki endişeyi dışarı atmak istercesine bütün kuvvetini avuçlarında topladı ve adamı gökyüzünden aşağı itti.

Kırıklarının kaynaması seneler sürdü. Sonunda hastaneden taburcu edildiğinde, benliğinde kalan hasarlar da hayli büyük olmuştu. Güvenemiyor, hissedemiyor; kalbindeki kuşun gagasını, ayaklarını halatlarla düğümlemiş, suskun ve sert dolaşıyordu. Fakat bir gün, hayat bu ya, adam şehrin en tenha caddelerinden birinde dolaşırken yeryüzüne inmiş başka bir bulut çıktı karşısına. Bulutun üstündeki kırmızı yapboz parçası, sonunu bildiğini düşündüğü bir oyuna davet ediyordu adamı. Hem de bunca ağrıdan sonra. Buna cüret edebilir miydi? O kadar özlemişti ki gökyüzünü; ama tekrar düşmeyi göze alabilir miydi? Günlerce düşündü adam. Bulutun önünden ayrılamadı fakat buluta doğru bir adım da atamadı. Sonunda, gökyüzünde adamı bekleyen kadın, adamın hissettiği korkuyu duyumsadı ve onu kurtarmaya karar verdi. Yapbozu tamamlayarak yavaş yavaş bulutlardan aşağı indi. Yeryüzüne vardığında hiç zaman kaybetmeden elinde tuttuğu kalbi adama gösterdi sonra da alıp kendi kalbinin üstüne yerleştirdi. Tek bir soru dahi sormadan elinden tuttu adamın ve adamın hasarlarının ve kendi hasarlarının... Hep birlikte gökyüzüne çıktılar.