Yürek yarası, gönül yarası, dil yarası, hatta Arabeskin ‘eskiden kral’ olan, belki de en kral ismi, şimdiyse ne yazık ki ‘yancı’ olan birinin dediği gibi ‘fark yarası’ da var. Gurbetten geçime, evlattan sevgiliye, ana babadan dosta dünyanın derdi de tükenmez, yarası da. Memleket yarası hiç bitmez! “Bir derdim var bin dermana değişmem” diye ancak yürek yangınıyla söylenebilecek hakikatte sözler de vardır.

Yara Müzesi

Yeni çıktı bu türkü de diyebilirsiniz, türkünün dizesine uyup “yenile de çıktı bu gayda” da! Dünyanın halinden midir, insanların bu dünyayı ve dünyada ne yapacaklarını artık bilememelerinden mi neyse, kendilerini olduklarından, olmak istediklerinden çok, olmadıkları yerlerde görme, konumlandırma merakı, arzusu nerdeyse endüstri haline gelmiş durumda.

Cümle biraz uzun ve hayli de belirsiz oldu farkındayım, ama bu yazı boyunca beraber olacağımıza göre, cümleyi de, içini de, derdimi, meramımı da sizi bıktırıncaya değin açacağımdan hiç kuşkunuz olmasın!


Dünyanın derdi başından aşkın desem, haklı olarak, tamam da dünya da insanlar ve diğer canlılar için değil mi diyeceksiniz! Gerçi millet devlet için değil, devlet millet için diyen devletlilerin düzenini de gördük, görüyoruz! Dünya insan için, evet, ama bana mı öyle geliyor yoksa okuduklarımdan mı fazla mı etkileniyorum, görüşüm ve kafam bulanıyor, bilmiyorum, tür olarak sömürücü olduğumuzu düşünüyorum. Bunu tek tek insanlar için de söyleyebilirim, genelleştirip toplumlar, ülkeler ve dünyanın ‘ezici’ çoğunluğu için de!

‘Ezici’ çoğunluk, dünyanın çoğu değil elbette, hatta azınlığı, ama ezici, sömürücü bir çoğunluk. Yalnızca şu dünyanın servetine, kaynaklarına el koyan o yüzde 1 mi ne, o azın azı, azı dişinden söz etmiyorum, kendimi de katarak, bizim gibi orta sınıftan da şikâyet ediyorum. Şikâyetim de var, itirazım da!
Derdim dünyadan büyük değil, hayır! Öylesi abartmalar şarkılarda, filmlerde hoştur, ama istemem Tanrı kimseye dünya yalnızlığı vermesin, dünyanın yalnızlığını yaşatmasın! Dünya Ağrısı, Ayfer Tunç’un en sevdiğim romanıdır, ağır bir durumdur, dünya ağrısı çekmek bir yana adı bu olan bir romanın altından kalkmak bile zordur! Okuyunca anlıyorsunuz! ‘Varoluştan kaynaklanan ıstırap’ anlamına gelen Almanca bir kavramın Türkçesi. Almancasını bilmem ama Türkçesi çok yerinde, dünya ağrısı. Böyle bir ıstırap var. Derin, ağır, ağrılı, sancılı, acılı, sürekli...

Malum kes yapıştır, istersen kopyala diyorlar çağa. Dünya ağrısı ağırlaştıkça kendimizi ifade etmeye kendimiz yetmiyoruz. Ödünç acılar, ağrılar, dertler, yaralar ediniyoruz. Çoğu da üstümüze değil yalnızca ruhumuza da bol gelen ödünç ağrılar ve yaralar bunlar. Üstümüzde iyi durmuyor, iğreti duruyor, fazla, bazı hallerdeyse komik duruyor. Ama buna aldırış eden kim?

Kendimize yeni bir anlam arayışı değil bu, bulmak hiç değil. Nasıl görünüyorum bu acılarla, bu ağrılar üstümde iyi duruyor mu, görüyorsunuz yaralarım taşıyamayacağım kadar çok... Acı paylaşılırdı artık toplu gösterimde, dertler, yaralar da öyle! İnsanlar açık yara müzesi gibi gezmede!

Şimdilerde ulusal bayramlar kutlanmadığı, her seferinde bir aksilik nedeniyle tören yapılmadığı için göremiyoruz ama çocukluğumuzda kutlamalara katılan Kurtuluş Savaşı gazilerinin ceketlerindeki madalyaları hayranlıkla incelerdik. Onlar da anlatırlardı, o madalya hangi cephedeki yara için, bu madalya hangi cephedeki kurşun için... Başka ülkelerde, Sovyetler Birliği’nde de görmüştüm o yarası kan gibi kırmızı olanları.

Acıları yarıştırmak değil dediğim ama buna benzer bir şeyi/şeyleri daha önce de yazdım, bilmiyorum neden bu kadar takığım bu meseleye, derdini, acısını, yarasını olduğundan fazla gösteren, durmadan parlatan, yenilerini ekleyen ve kahramanlık madalyası gibi göğsünde taşıyanlardan hazzetmiyorum.
Dinmeyen acılara, gerçek dertlere, durmadan kanayan yaralara haksızlık ediyorlar ve hatta onların da küçümsenmesine, hafife alınmasına yol açıyorlar diye bozuluyorum belli ki. Yarası elinde gezenler, yarasını göğsünde taşıyanlar, yarasını pankart yapıp sallayanlar...Eh Gösteri Toplumu’ndayız madem ve mahremiyet ihlalinin kişilik haklarına tecavüz şöyle dursun, ‘açık toplum’un bir gereği sayıldığı zamanlardayız, öyleyse yaralarımızı bir dövme gibi taşımamızda da bir beis yoktur sanırım!

“Tendeki dövme geçer, ruhtaki kalır”, yara tendeki değil, ruhtaki dövmedir, hep kahır hep kalır. Derinden söylenen, adeta sessiz söylenen türkülerde, ağıtlarda süregelir, sürekalır: “Derdim çoktur hangisine yanayım/yine tazelendi yürek yarası” olur, “Değmen benim gamlı yaslı gönlüme/ben bir selvi boylu yardan ayrıldım” diye içli söylenir, “Gel ağlatma beni ellere karşı/bendeki yaralar türlü türlüdür” dediğindeyse dünya da düşmüştür gözünden yaşamak da.
Eskiden “Tutunamayanlar” vardı ama sayıları bunca fazla değildi. Nihayet Oğuz Atay’ın ‘ölümsüz eser’i Tutunamayanlar’ı okuyan bir avuç insandı epi topu. Eh bir bölümünün tutunamayan olması beklenirdi. Zamanla kitaba ilginin ve satışının artmasıyla beraber tutunamayan sayısında da bir patlama yaşandı. Sanırım burada kitap ve tutunamayan sayısı aritmetik değil geometrik olarak arttı. Bir kitaba üç tutunamayan diyelim!

Beklendiği ya da Sakallı’nın “Tarihte her şey iki defa yaşanır, ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak” dediği gibi, zamanla gülünç hale gelen bir tanım oldu tutunamamak. Tişört yazısı ya da sosyal medya hesaplarındaki profil gibi bir şey oldu. Bir köşede sessizce çile çeken, dünya ağrısını derinliğine hisseden münzevilere haksızlık oldu, ama onlar zaten çoktan dünya gailesinden uzak oldukları için duydularsa bile tebessüm edip geçmişlerdir.

“Acıların Kadını” Bergen hakikidir. Yaşadıkları, yaşayamadıkları, acıları, ölümü. Ama ‘acıların kadını’ ya da ‘acıların çocuğu’nu ti’ye alıp yaşamlarında, yapıtlarında, yazılarında, şiirlerinde öyle davranan ‘acısız arabesk’ tarzı yazıklananlara, acındıranlara ne demeli? Derdini deryalara, dağlara benzetenler, onlardan yüksek ve derin sananlar, ‘bir dost’ yerine “bir dert bulamadım, gün akşam oldu” diyenler...

‘Mağduriyet’ deyince aklımıza yalnızca İslamcıların iktidara çöreklenmek için başvurdukları araçlardan biri geliyor. Doğru. Mağduriyet söylemiyle geldiler ve o söylemi sürdürüyorlar hala, fakat farklı derecelerde ve alanlarda da olsa, entelektüel addedilen camiada, okuryazarlar arasında da bir ‘yaralıyım’ söylemi ‘rafine’sinden, incesinden edebisine, imgesinden metaforuna yayılıp sürüyor.

Yürek yarası, gönül yarası, dil yarası, hatta Arabeskin ‘eskiden kral’ olan, belki de en kral ismi, şimdiyse ne yazık ki ‘yancı’ olan birinin dediği gibi ‘fark yarası’ da var. Gurbetten geçime, evlattan sevgiliye, ana babadan dosta dünyanın derdi de tükenmez, yarası da. Memleket yarası hiç bitmez! “Bir derdim var bin dermana değişmem” diye ancak yürek yangınıyla söylenebilecek hakikatte sözler de vardır. “Dünyayla Yaralı” Nilgün Marmara vardır.

Bunlar varken son zamanlardaki ‘yaralıyım’ edebiyatı şiirde, edebiyatta, müzikte ‘pop’ etkisi yaratıyor ancak. Belki de bana öyle geliyor. Zagreb’de bir ‘Kırık Kalpler Müzesi’ vardır, ayrılanlardan geriye kalan anılar, mektuplar, eşyalardan oluşan, bazıları insana yaz aşklarını hatırlatan sevimlilikte, bazıları ise Yugoslavya’da iç savaşta belki kaybolan belki can veren Bosnalı ‘Elma’ adlı bir kıza yazılan aşk mektubu gibi yürek parçalayıcı nesneler.

Etrafta bunca yaralı görünce, toplumsal tipiklerimiz arasına yeni bir tip mi katılıyor dedim. Sanki Birinci ya da İkinci Dünya Savaşında ya da Kurtuluş Savaşı’mızda sayısız cephede bulunmuş, çarpışmış, hepsinden de gururla taşıdığı yaralarla dönmüş gibi davranan edip ile edibelerimizi gördükçe kendimden utanıyorum! Yaşlı olduğum halde benim niye bu kadar çok yaram yok diye! En fazla “yeni bir aşktan çıktım/ yaralıyım!” diyecek kadar şairlik yapmışım! Oysa dünyaya atılmaktan varlığın ağır gelmesine, “herkes beni aldattı gitti” üzüntüsünden dost bildiklerimizin ihanetine, vefasızlara ne çok yaram olması gerekmez miydi benim de? Yokmuş! Olmadığı için de yaralıları çok kıskanıp ‘Yara Müzesi’ yazısını yazmışım! Onları da sanki onur madalyaları gibi üstlerinde yaralarını göstererek gezdikleri, yazdıkları için eleştirmek istemişim! Bu da benim içime yara olmuş işte.’