Türkiye şimdiye kadar hiç yaşamadığı kadar ağır bir baskı dönemi içinde bulunuyor. Bütün askeri darbe dönemlerinin üzerinden atlayıp geçen AKP iktidarı, önceki hükümetlerin asla uygulamaya cesaret edemediği yaptırımları günlük rutin haline getirdi.

Her muhalif sesin anında susturulması gerektiğini düşünüp, bunun için ele geçirdiği OHAL ve KHK silahını yaylım ateşi halinde kullanıyor.

Artık kime hangi KHK kısmet olursa…

Geçtiğimiz hafta “serbest” bırakılan (tahliye demiyorum, o hukuki bir kavram) Cumhuriyet gazetesinin internet sitesinin Genel Yayın Yönetmeni Oğuz Güven’e geçmiş olsun ziyaretine gitmiştim.

Oğuz “insan kendini tuhaf hissediyor” dedi:

-Sen çıkıyorsun, arkadaşların orada kalıyorlar!

Hapishaneden çıktığına bile sevinemiyorsun. Çünkü hapisteki gazeteci sayısı 160 sınırını aştı. Bu haliyle dünya birinciliği Türkiye’de…

Böylesi birincilikler ülkelerin itibarlarını yükseltmiyor. Tersine aşağılara indiriyor.

Oğuz Güven’in hissettiği “tuhaf burukluk” dışarıdaki gazetecilerin hepsinde mevcut… Bir deniz kenarında yürürken, küçük bir çay bahçesinde kitap okurken, ya da bir etkinlikte yer alırken aklınıza hep cezaevindeki gazeteciler geliyor. Sen çayını içiyorsun, kitabını okuyorsun, sonra istediğin zaman istediğin yere doğru hareket ediyorsun. Başını kaldırdığında mavigök yüzünü görüyorsun, yağmur yağdığında istediğin kadar ıslanıyorsun… Mavi gök yüzü ile yağmur cezaevindekiler içinde geçerli. Oğuz anlattı, Silivri’de de avluya çıktığında gökyüzünü görebiliyorsun dedi. Ama avludan sonra gideceğin tek yer hücren…

Bir onları düşünüyorsun, bir de kendi bulunduğun yeri. İçin burkuluyor. Sanki haksız bir kazanımın avantajlı pozisyonunu kullanıyormuşsun hissi sarıyor dört bir yanını…

Tutuklu gazeteciler için bütün dünyada yapılan dayanışma eylemlerinin tümü, şimdiye kadar denenmiş ve sonuç alınmış özgürlük talepleri, AKP için hiç etkili olmuyor.

Demokrasi ile bütün bağlarını kopartıp atmış görüntüsü içindeler.

Türk Ceza Kanunu’nun 312. Maddesinden mahkum olan Tayyip Erdoğan’ın Trabzon Havaalanından gazeteci Oral Çalışlar’ı arayıp “geçmiş olsun” diye dayanışma dileklerini ilettiği günleri hatırlıyorsun. Her ikisi de 312. Madde kurbanı oldukları dönemleri. Hepsi için dile getirdiğimiz “312. Madde kaldırılsın” taleplerimizi… Bu demokratik tepkiler devletin kalın duvarlarında delikler açıyor, bazı küçük değişimler, dönüşümler yapılabiliyordu. Erdoğan da 312. maddeden bir daha mahkum olmamak için Avrupa Birliği’nin önerdiği yasal düzenlemeleri hızla gerçekleştiriyordu.

Ve Avrupalı liderler benzersiz övgüler alıyordu: Erdoğan başımızı döndürüyor!

Kendisinin tekrar hapse girme ihtimallerinin tümünü ortadan kaldırdıktan sonra yeniden geriye dönüp, eskisinden de bin beter düzenin temellerini atıp, verdiği sözlerin hepsini unutmuş olmanın rehavetiyle davranmaktan kaçırmıyordu.

Kimsenin siyasi düşüncelerinden ötürü yargılanamayacağı üzerine taahhütler ilan edip, sonra da ne kadar muhalif, karşıt, yetersiz yandaş varsa hepsini hapsetmek ülkeyi bugünlere getirdi.

Cumhuriyet tarihinde bir ana muhalefet lideri ilk kez yollara düşüp “Adalet” arıyor. Üstelik 2017’ye kadar bütün yürüyüşler Ankara’ya doğru yapılırken, şimdi ilk kez Ankara’dan çıkarak başlıyor. Oysa Ankara umudu temsil ederdi. Orada TBMM vardı. Milli irade çatısı altında her soruna çözüm bulunma ihtimali vardı.

Adalet Yürüyüşü ile birlikte bu umudun bittiği resmen ilan edilmiş oluyor.

Bu yürüyüş demokrasiye şifalı olabilir. Adaletin onarılmasını, özgürlüklerin kullanılmasını sağlayabilir. Şu anda görünen Türkiye fotoğrafı acı ama çok net:

-Yaralı adalet, sınırlı özgürlük!