Gökyüzünü esir alan uçuşlar arttı. Yan komşu toz toprak içinde hızla geçti yanımızdan, gözleri korkuyla göğü süzdü. “Biliyor musunuz, hepimizi gözlüyorlarmış, mutlaka bulurlar gömdüklerimizi” dedi

Yaralı gök

Şenay Eroğlu Aksoy

Saliha’yla kazıyoruz toprağı. Bakındık, bir biz mi varız etrafta; yan komşu da kazma elinde çıktı kapıdan, evinin arkasına dolandı. Komik, sanki bilmiyoruz derin bir çukur kazacağını, gözlerinin aceleci hareketlerle bir toprağa bir etrafa kayacağını. “Birazdan burada olurlar” dedi Saliha, “Çabuk” Alelacele döktüm bağrıma bastıklarımı, boşlukta süzülüşlerine baktım, çukurun dibini boylayışlarına… Hepsi iyiydi de onu nasıl olup da kendimden ayırdığıma şaştım.

Çukura doğru eğildim, geçmişe eğildim bir süre, çömeldim sonra, aklımdaki sorulara bulduğum yanıtlar, eşsiz düşsel anlar. O anda birkaç damla yaş tomurcuklansın istedim gözümde; yok, ağlamayı çoktan unutturmuşlardı ama tarif edilemez bir öfke dişlerimi sıkmama neden oldu, yanağım seğirip durdu dakikalarca. “Her şeye karşı gerçekten denedim düşlerimi gerçekleştirmeyi” diye fısıldadım. Ben tüm varlığımla onu isterken onlar da benim olmasını istediğime saldırmaya hazırlanıyorlardı. İstedim diye. Neyi; onu.

Düşünmüş taşınmış, yasalarını özenle yaptıkları mahkemeler kurmuş, konuşmuş, konuşmuş, konuşmuşlardı. Onların salonlarında, cüppe giyen, yakaları pırpırlı adamlar yüksek platformlarda oturmuştu beni tam karşılarındaki, alçakta kalan küçük sandalyeye oturturken. Bu kör dövüşüne savunma hakkımdan feragatle başlamıştım. Bu denli alçakta kalması hesaplanmış bir sandalyeye oturtulmak, adalet arayışında kafa karıştırıcı, eşitlik ilkesine aykırı değil miydi?

Onlara sorarsanız o yakası pırpırlı olanlar değil, adaletmiş yüksekte duran, laf, sanki kendileri bilmiyordu; yüksek, alçakta kalanlar üzerinden yüksekliğini koruyordu. Bir de sanık, evet evet sanık bendim bu davada, sanık konuşmaya başladığı an sesini yutan o garip uğultu başlıyordu. Dünyanın en akıllıca sözcüklerini, en iyi savunmasını düşünseniz de yutuveriyordu işte o acayip uğultu, onlarca akıl yürütmeyle derlediklerinizi. Bunun nedeni yalnızca sanık olmanızdı, yalnızca sanık! Çömeldiğim yerde bir kez daha tekrarladım “Seni her şeye rağmen tüm benliğimle istedim, hem de çok” Kimseyi yardıma çağırmadım. Nasılsa alacaklardı benden, onu. “Hadi ama” dedi Saliha, “Yapılacak en iyi şey bu.

Çalkantılı günler geçti mi gelip çıkarırız onu gömdüğümüz yerden. Biz çıkaramasak bile bizden sonrakiler…” Bir uçak pike yaptı evlere doğru. Dolduruverdik çukuru, üzerinde gezindik, gömdüğümüz yeri bulsunlar istemedik. Gökyüzünü esir alan uçuşlar arttı. Yan komşu toz toprak içinde hızla geçti yanımızdan, gözleri korkuyla göğü süzdü. “Biliyor musunuz, hepimizi gözlüyorlarmış, mutlaka bulurlar gömdüklerimizi” dedi. Şaşırdık, Saliha bir ona, bir bana baktı. Yıllardır yan yana oturduğumuz bu mendebur herif, bizden bir günaydını esirgeyen kör yılan – aramızda böyle derdik ona- bugün beklenmedik bir anda konuşmuştu işte bizimle. “Sanki gömecek bir şeyi vardı da” dedim gülerek. Ama yine de merak etmeden duramıyordum, neydi onun gömdüğü? Benim yargılandığım günlerde oralı bile olmayan, evi didik didik eden adamlara çay kahve ikram eden bu kör yılan bile… “Boş ver,” dedi Saliha “Kim bilir yine neyin peşinde.”

Gergin, onun evine doğru bakarak bağırdım “Senin gömdüklerin onların baş tacı” Az önce, üzerini hızlıca örttüğümü düşündüm. Daha şimdiden deli gibi özlemiştim onu. “Ya seni bulurlarsa?” dedim içimden, kalbim bir boşlukta çırpındı, “Kararlıyım, vermem” dedi sonra beni teselli etmek isteyen iç ses. İşte geliyorlardı yine, ayak sesleri bedenlerinden önce bulurdu evlerimizi. Tek sıra halinde dizilip tek tip giyinirlerdi. Uzak evlerden koşarak çıkan kimi insanlar, bu tek tip kıyafetlerini koştururken sırtlarına geçirerek yerlerini alıyordu düzenli kortejde. Evlerin pencerelerinden sarkan kimileriyse neşeli çığlık ve alkışlarla onlara eşlik ediyordu. “Duyuyor musun birazdan burada olurlar” dedi Saliha. Rap rap! Ayakkabılarımı, üzerimdeki tozu toprağı çırptım, içeri girdik. Her günkü olağan işlerimizi yapıyormuş süsü verdik yüzlerimize. Saliha sehpanın üstüne bıraktığımız fotoğrafa bakarken “Hatırladın mı?” dedi. Aynı fotoğraf karesiyle göz gözeydim yine; otobüs camından dışarı bakarken, dudaklarına birkaç sözcük takılıp kalmışçasına ağzı aralık, gözyaşları içindeki yaşlı kadın. Dışarda pike yapan uçaklar göğün yüzünde derin yaralar açarken, ona baktım bir kez daha, kekeme dilim dolaşık. Kayıp oğlunu arıyordu dedi Saliha. “Allah’ım sen onu bana bağışla” diye yakaran sesi doldurdu odayı. Gözlerim doldu. “Böyle mi diyordur gerçekten?” dedi Saliha. “Belki küfür ediyordur, bağırıp çağırıyordur.” “Çaresizliğin kapısında” dedim belli belirsiz fısıltıyla. “Allah’ım sen onu bana bağışla.” Kalktım, hızla dışarı koştum, az önce kapattığım çukuru can havliyle kazmaya başladım. Toprak tırnaklarıma, saçlarımın arasına doldu. Gömdüğüme yakınlaştıkça çukurun içinde yiten gövdem coşku doluydu. Henüz sıkılaşmamış toprağı ellerimle deştim, deştim. Birkaç dakika sonra çekip aldım onu yattığı yerden, baktım, koynuma soktum. Bunca küçük bir şey için neden bir mezar yeri büyüklüğünde çukur kazmıştım? Anlamadım kendimi, hiç anlayamadım. Korktum. Tüm olacaklara rağmen onu göğsümden ayırmayacaktım. Gece yarısı geldiler, topraklarımızı sert vuruşlu ayaklarıyla çiğnediler. Yan komşu tir tir titriyordu konçlu çizmelilerin kollarında, sürüklenerek evinden çıkarılırken. Onların akılları bu defa gömülenlerde, tüm bahçeleri didik didik ararken koyunlarımıza bakmayı unuttular. Seher, gecenin gövdesinden sıyrılırken çıkardım onu yerinden, küçücük duruşuyla dünyamı kucaklayışına baktım. “Allah’ım sen onu bana bağışla.”

*Bu öykü yazarın YKY çıkan Gece Çığırtkanları adlı kitabında yer almaktadır.