‘Görülememiştir’, bir yanıyla kişisel bir hikâye; bir iç dökme, mazeret bildirme ve kendini anlatma çabası. Zaman zaman gülümsetmekle birlikte çokça iç burkan, boğaz düğümleyen yolculuğuna ‘dışarıdan’ tanık yazmış adlarımızı

Yaralı ruhların huzur bulabilmesi için

ALEV KARAKARTAL

“Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda bana bunu da yaptınız”(*)

‘Yitik kuşak’ dediler, yitip gitmelerinden mütevellit. “Köksüz”, “anarşi ve terörle kirlenmiş bir kuşak” dediler. “68 kuşağı’nın devamı” dedi birileri, ama 68’liler bile “biz edebiyattan geldik, bunlar öfkeden” diye ayırdı kendilerini.

Hepsinin hayatlarını adadıkları bir ‘dava’ları vardı. Ülkelerine sahip çıkmak, daha güzel, daha eşit daha adil bir dünya kurmak için çıktıkları yolda, ölmeyi de öldürmeyi de göze aldılar. Kapitalist-emperyalist sistemin yıkılıp yerine sosyalizmin geleceğine mutlak inandılar, ancak yarını da bugünden kurmak için aceleleri vardı. Çok, ama çok gençtiler. Sonradan konulan adıyla; 78’liydiler...

12 Eylül’ün şiddeti öyle dehşetengiz bir balyoz gibi indi ki üzerlerine, bir kuşak, ömür kadar uzun bir süre lal kaldı. Kan, baskı, şiddet, işkenceler, ödenen ağır bedeller, sadece buna maruz kalanları, ailelerini, yakınlarını değil; koca bir ülkeyi, toplumu da ezdi geçti. Sessizlik, on yıllar boyu en güçlü duyulan ses oldu.

Neyse ki, her şeyin olduğu gibi “söylesem tesiri yok’ günlerinin de sonu var. Zaman, “sussam gönül razı değil” zamanı…78’liler de uzun sessizliklerini bozdu epeydir ve konuşmaya, yazmaya başladı. İyi de oldu.

“Eğer yaşananlar boşuna yaşanmadıysa, bunu dünya alem bilmelidir. Gelecek kuşaklara bilgi ve deneyim aktarımı ancak bu şekilde olacaktır. Belki de asıl derdim, ’12 Eylül’ün özeleştirisini yaptık’ diyenlere, özeleştirinin ‘ortada kuyu var, yandan geç’ demek olmadığını anlatmak.”

Böyle diyor, “Görülememiştir-Bir TKP/ML Sanığının Günlükleri’ adlı kitabının önsözünde Ali Türker Ertuncay. Bunu da, öyle benzersiz, öyle hakiki bir şekilde yapıyor ki, ister politikayla ilgilenin, ister ilgilenmeyin; ister sağcı olun, ister solcu, yaşınız, meşrebiniz, bilgi, görgü ve deneyiminiz ne olursa olsun, bigane kalmak, etkilenmemek mümkün değil.

Darbeye az kala, 1979’un sonunda yakalanan Ertuncay, hayatının 8.5 yılını geçirdiği cezaevinde yazmaya başlamış bahse konu günlükleri. İçeri girdikten 3 yıl sonra, hücreye kapatılmasının ardından… Kitap, kağıt mendillere yazıp (ablası vasıtasıyla) gizlice dışarıya çıkardığı günlüklere ek olarak, gözaltına alınışından itibaren olup biteni yazdığı ‘geriye dönük günlükler’, aslında haftalık ve aylıklar, çocukluk ve ilk gençlik yıllarını anlattığı bölümler ve mektuplardan oluşuyor.

“Görülememiştir”, bir yanıyla kişisel bir hikaye; bir iç dökme, mazeret bildirme ve kendini anlatma çabası. Ertuncay okura, yaşadığı ülkenin en derin yarılmalarından birine tanık olan bir çocuğu, adım adım tarafını seçerken, bu arada yaşadığı kafa karışıklıklarını, sancıları, soruları, bulduğu ya da bulduğunu sandığı yanıtları, kendisiyle ve diğerleriyle olan hesaplaşmasını bir film şeridi gibi izletmek istemiş belli ki. Zaman zaman gülümsetmekle birlikte çokça iç burkan, boğaz düğümleyen yolculuğuna ‘dışarıdan’ tanık yazmış adlarımızı. Yazmış ki; bir ergen olarak ‘şekil yaparken’ de, işkencede direnememesini, “kaypak”lığını, doğru bildiğini yapacak gücü olmamasını itiraf ederken de, parti kararıyla evlenmek zorunda kaldığı lise aşkına sevdasını dile getirirken de, orada olup şehadet edelim.

Ama aynı zamanda, Türkiye tarihinin bu en dramatik dönemlerinden birinde sınav veren sosyalistlerin ve sol örgütlenmelerin hal-i pürmelalini, elbette kendi merceğinden kırıldığı haliyle, içeriden ve eleştirel bir bir fon müziği olarak, hikayesinin tam göbeğine yerleştirmiş: “Sonuçta çalışmak ve düşünmek yerine yıllarca öldük, öldürdük, ölüm güzellemesi yaptık ve yenildik. ‘Örgüt şurada hata yaptı. Bu adamı oraya değil de buraya gönderseydi doğru olurdu’ gibi detaylarla uğraştık” derken mesela. Ya da darbenin ayak sesleri arşa yükselmişken, bütün devrimci örgütlerin bunu öngördüğünü, ancak hiç birinin hazırlıklı olmadığını anlatıp “Darbeye hazırlanmak yerine, mahallelerde ve okullarda faşist kovalamak hepimize daha doğru gözüküyordu… Yanılıyorduk” tespitini yaparken. Bilinsin diye, anlaşılsın ve hatırlansınlar umuduyla.

Zira, bazı yaraların iyileşmesi, kabuk bağlayabilmesi için zaman yetmez, geride kalanların ortak tarihle cesaret ve açık yüreklilikle yüzleşmesi gerekir. Yaralı ruhların biraz olsun huzur bulabilmesi için. Ölenler ve öldürülenler, kayıplar ve kaybedilenler, unutulanlar, geride kalıp susan ve saklananlar için…

Ali Türker Ertuncay’a, başta kendi hareketi olmak üzere, dönemin (ve günümüzün) solcu/sosyalist kesiminden karşı çıkanlar, eleştirenler ve öfkelenenler olacaktır ihtimal. Kişisel zaaflarını bütün bir kuşağa mal ettiğini söyleyenler çıkacaktır. Samimiyetini alkışlayanlar da. Ancak her durumda, birinin eline keskin bir bıçak alıp çırılçıplak soyunarak, ait olduğu her şeyle ve herkesle birlikte kendini de lime lime edercesine eleştirebilmesi, hesaplaşabilmesi mangal gibi yürek ister. Hazır çözüm reçeteleri isteyenlerden değilseniz, okuyun. İtirazınız varsa, yazın. Konuşmak, tartışmak insana iyi gelir…

(*)Günlükler, Oğuz Atay