Sabaha karşı tekneden, denizin üzerini örten sisin içine atlıyorum. Önce ısıtıyor su, sabaha karşı denizde hava soğuk olur. Kulaç atıp açıldıkça üşümeye başlıyorum, ama iyi geliyor, leke bırakan düşünceleri söküp alıyor sanki beynimden deniz. Kıyıya, balıkçılar kahvesine ıslanmış bir halde döndüğümde, Osman abi şaşkın, denize mi düştün diye soruyor. Şimdi nasıl anlatabilirim ki ona, gazete yazımı yazarken bunalıp kendimi buz gibi suya attığımı.

İngiltere’de ya da Norveç’te yazmak, burada yazmak gibi değildir sanırım. Türkiye’de yazmak, “söz”e değer veren biriysen, zor, belalı bir iş… Çünkü “söz” yaralı bu topraklarda, kurtlanmış bir yara... Sözcüklerin takati kalmamış, aynı yerde dönüp duruyorlar, başka sözlere, seslere karışamıyorlar, çünkü gittikçe daralıyor “söz”ün etrafını saran duvarlar. Bir de üstüne Habermas’ın bahsettiği bu çağa özgü “iletişim patolojisi” eklenince… Belki de bu yüzden bu kadar kolay saçmalıyorlar. Her defasında, yine ne söylemişler şaşkınlığı yaşamaktan yorulup alışmaya başlayabilirsin bütün bu saçmalıklara. İnsanın evrimsel bir laneti, hayatta kalabilmek için her şeye alışması. Uzayda radyasyona bile uyum sağlayan hamamböcekleri kadar olamasak da… Yalnız, bu saçmalıkların radyasyondan farkı yok, ikisi de ölümcül…

İnsanın içini en çok bunaltan da, kapalı bir yerde yaşıyor olma bilinci. Sadece dışarıya karşı değil, içeride de kapalı bir sistem kuruyorlar. Kapalı sistemlerde hakikate yer kalmayacağını biliyorlar çünkü, sınırsız saçmalama özgürlüğü… Türkmenbaşı hayattayken saç sakal bırakmayı, sirki, baleyi, arabada radyo dinlemeyi ve sokakta sigara içmeyi yasaklamıştı. O yasaklar burada uygulansa, çoğunluğun alkışlayacağı malum, bir başka daha büyük saçmalığa kadar birilerinin dalga geçeceği ya da öfkeleneceği…

Yozlaşmış siyasi kurumların yarattığı çürümüşlüğün en büyük bedellerinden birisi, “söz”ün yara alması. Sık sık yalana dolana başvurulur çünkü, hafıza manipüle edilmeden gücü muhafaza edemeyeceklerini bilirler. Ama o güç, gelip geçicidir, kapalı sistemler eninde sonunda çöker. “Öteki”nin sözüne güvenilmeyen bir toplumda, birlikte yaşamanın olanakları yitirilir. İnsanlar, birbirlerine zannetikleri kadar uzak ve yabancı olmadıklarını, benzerliklerden çok farklılıklarla hayatın güzelleşeceğini, ancak “söz”ün varlığıyla fark ederler. Arendt’in kitaplarında bahsettiği “ortak dünya”yı, karşılıklı güvene dayalı “söz”ün aracılığıyla keşfederler.

Bu topraklarda “söz”e düşmanlığın tarihi çok eski. Siyasi tarihimizin baştan sona sansür, yasak, sürgün, linç, suikast ve katliamlarla dolu olması, iktidarda olanlara her zaman saçmalama özgürlüğü vermiştir, veriyor… Nâzım Hikmet vatan haini ilan edilirken, 6-7 Eylül Olayları’nın sorumluları olarak gösterilip Kemal Tahir, Aziz Nesin gibi ne kadar muhalif yazar varsa hapse atılırken, gazeteciler öldürülürken, insanlardan çok “söz”leydi dertleri. “Söz”e sahip çıkmak, uğruna bedel ödeyenlere de sahip çıkmak anlamına geliyor bu yüzden. “Söz” olmasa, insan bir hiçtir…

Susan Buck-Morss’un “Hegel, Haiti ve Evrensel Tarih”te İngiltere için söylediklerini, buraya uyarlarsak, Türkiye bir kavramdır, olgu değil; tarihsel olarak değişen, kolektif, değerlendirmeye dayalı bir yargıdır. Siyasi mesele, tam da budur, diğer bütün meselelerin özü. Tarihsel olarak miras alınmış kavramlarla oluşan bu kolektif bilinç değişmediği sürece, bugün şikâyet ettiğimiz hiçbir şey değişmeyecek. Geleceği şekillendirecek siyaset, kolektif bilinci belirleyen “söz”den geçiyor. Burada yazmak, İngiltere’de ya da Norveç’te yazmaktan daha zor ve belalı olsa da, çok daha mühim, hayat memat meselesi. Bu topraklarda, az da olsa bunun farkında olanlar her zaman vardı, yine olacaklar. Saçmalıklar ve acılarla dolu bu tarihin içinde, “söz”e sahip çıkıp uğruna bedeller ödeyenler sayesinde varolduğumuzu unutmazsak, umut da olacak hep.

Yağmur başlıyor, içimde mi, dışımda mı belli değil. Turgut Uyar’ın “Yaz yağmurları misali yıllarca / Yağmış durmuşum kendi içime” dizeleri geliyor hatırıma. Osman Abi dalga geçiyor, “Yine Turgut Uyar’la mı bitirdin yazıyı?” Ona tumturaklı bir yanıt düşünüyorum, “Aşk da ‘söz’e dahil, yağmur da…” Basıyor kahkahayı. “Ben kaçtım” diyerek fırlıyorum dışarıya, yüzümde bir gülümseme, bu yağmurlar iyiye işaret. Karamsarlık, “söz”ün yarasıdır, sarmalı…