Yaratıcı bakış

ÖZGÜR TABUROĞLU

Fransız düşünür Pierre Hadot, Plotinos ve Wittgenstein gibi, karşılaştırılmaları güç görünen iki düşünür üzerine kaleme aldığı monografilerde, bakışın veya temaşanın (contempler) her ikisi için önemini ortaya koyar. “Bakışın saflığı” sanki büyük düşünürlerin arayışında oldukları bir ruh veya duygu hâli gibi ifadesini bulur. Böyle bir bakış, “önyargılardan arınmış”, öznel bakış açısını yok etmiş, adeta nesnel bir temaşaya erişmiş olanın marifeti gibi tarifini bulur. Hadot’nun çok farklı düşünürlerde yakaladığı bu “gizemli” durumları, özellikle mistik geleneklere, sözgelimi Tasavvuf bilgisine ya da tecrübesine sahip olanların daha anlaşıılır bulacakları da varsayılabilir. Ama Hadot, mistik tecrübeler arasındaki ayrımları, belki de eleştirilebilecek şekilde fazla ayırt etmez.

Hadot, her iki düşünür üzerine olan yapıtlarında da, modernlikte olanaklı mistik düşünümün imkânlarını sorgular. Wittgenstein gibi, mantıkçı-pozitivist geleneğin sahip çıktığı bir düşünürde bile mistik gizemin izlerini bulmaya çalışır. Mantık ve gizem, biri diğerinin arka yüzü olur. “Wittgenstein’ın pozitivizmi böylece gizeme (mistik) açılır”, “ifade edilemeyen”in, “dile sığmayan”ın karşılığı olarak gizeme yerini terk eder. “Wittgenstein’ın sözünü ettiği “gizem”, içerisinde dünyanın ve dilin ötesini, anlamını, ifadesini, varoluşunu ‘gördüğümüz’ bir vecde tekabül eden” bir tecrübeye tanık oluruz. Bu vecd, “dünyanın anlamını dünyanın dışında bulmanın” yarattığı bir “saşkınlık”tır (2011: 59).

Wittgenstein ve Plotinos üzerine düşünürken, her ikisi için de “saf bakışın” değerini anlamaya çalışır. Bu bakış, kutsal varlığı, tini düşünmektir aynı zamanda; bu “basit” bakma eyleminin, derin düşünceyle, duyumla, sezgiyle de bağlantısı vardır. Bu temaşa saflaştıkça, izlenmekte olan kutsal tin, sonlu dünyanın ruhuna değer, nazar etmeye başlar: “Her ruh bizzat temaşa ettiği şeydir ve temaşa ettiği şeye dönüşür.” (Plotinos’tan alıntılayan Hadot 2016: 11) Bu mistik saflığa erdiğinde, “tanrısal olanla özdeşleşen”, “kendini onda sabit kılan” varlık için görmek ve görülmek, göz ve bakış ayrımsız olurlar. Bu tür bir nahiflik yakalandığında, “dünyanın sezgisi/görünümü/temaşası” olarak “sub specie æterni [ezeli-ebedi bakış]” açığa çıkar. Tasavvuftaki “mistik duygu” içerisinden ve gönül gözüyle görmenin, Plotinos’un deyişiyle, “kalplerde duymanın” başladığı bir mutlak marifetin düzeyidir bu aşama. Görenle görülenin aynı olduğu bu saf nazar, “kendini yontmuş”, “üzerindeki kabukları atmış” olan için en sona kalandır. Bu bakış, bir çeşit Urphänomen, ilksel bir yaradılış malzemesi gibi, tüm diğer saf olmayan şeyleri aydınlatır. Böyle bir nazar, kem olmaktan uzaktır; tersine, nazar ettiğini iyileştirir, ondaki cismani ve kötü tarafları yok eder.

Plotinos için bu bakışın açığa çıkması, tüm gündelik şeylerin, deneyimlerin anlamsızlaşmasını işaret ettiği kadar, onları bir “kayra” (grâce) içerisine çekerek kendi iyi tininden gelen bir ruhla donatmasıdır. Kayra, özünde saf olmayan, beden ve ruhların karışımı olan eşyanın içerisindeki “fazladır” (2016: 45). Bu kayraya sahip olan, “iyinin izlerini” taşımaya ve bu nedenle de “sevilebilir” olmaya başlar. Plotinos’un dünyevi şeylere “tatlılıkla” yaklaşması çağrısı da, her şeyde saklı bu izlerden ileri gelir. Bu izleri taşıyan varlıklarla kurulabilecek olan aşk ilişkisi de bir tür temaşa sayılabilir. Mutlak iyilikten yayılan nazara ulaşabilmek için, önce bu izleri duymak ve sevmek gerekir. Plotinos bu nedenle, derin temaşasına, tefekkürüne karşıt görmez bu dünya ilgisini. Saf bakışın ya da ‘yaradandan ötürü sevilen’ tüm şeyler, özünde zorlu bir terbiye olan temaşayı daha da olanaklı kılar. Kayra sahibi yaradılanı sevmek, saf bakış yüzeye çıkacağı zaman hazır olmaya da yardımcı olabilir. İyi olan, kayra yoluyla aşık olmaya değer şeyleri yaratır; dolayısıyla şeyin kendisinden çok, onda kutsal bir iyiliğin izleri sevilir. Bu şekilde, dünya üzerinde “sonsuz bir arzu ve aşk ihtimali” de ortaya çıkmış olur (2016: 45).

Temaşa, suretsiz ve tanımsız bir iyiliğe, “sevimli” suretler kazandırır. Bu sevimlilik kazandıran kayranın işareti, o şeyin doğasında olmadığından, “doğrulanamaz” niteliktedir. Görünürlük kazanan bir öz gibi anlaşılabilecek olan bu iyilik, Plotinos için, Platon’da olduğu gibi formlar halinde mevcut değildir: “Form ‘formsuz olanın’ izinden başka bir şey değildir. Hakikatte, ‘formsuz olan’ formu doğurur.” (Plotinos’tan alıntılayan Hadot 2016: 55) Sadece görünümleri olan, nesnelere kayra gibi sokulan, onları kayıran, dünyada türlü yüzlerde açığa çıkabilen tanımlanamaz bir İyi’dir. Bu nedenle özünde iyi olan görünümlerini seven, onlara aşık olan da, bir tür “kendilik isteğiyle” hareket eder. Kendi oldukça, kendilerindeki iyiyi temaşa ettikçe, İyi’nin de nazarına açık olurlar. Kendilerini yontarak önce şekil veren ve sonrasında saflaştıranlar, kayraya açık bir boşluk, kayırılmaya uygun yüzeyler açarlar üzerlerinde. Temaşa edilen varlık böylece maruz kaldığı nazarın, kendisini iyi olana benzetmesini bekler. İyi’nin girdiği bir form içerisine yerleşen kayra, harekete geçerek kendisini çoğaltır; iyiliğin izlerini yayar etrafına. Kayra, “iyinin ışıması”dır. İyi’nin “tatlılık, iyilik ve incelik” yayan güzelliği, bu sayede şeylerin içine bir fazlalık gibi yerleşir. Bir tür boşluk, hiçlik gibi tarifini bulan İyi’nin yarattığı bir fazlalık olarak kayranın içerisine yerleştiği varlıktaki cazibe, onu bizim için duyulur ve istenir kılar. Bu çekim sırasında varlık kazanan kayra beni yakalar. Ama bizler genelde “cismani” hâlde olduğumuzdan, onun bu çağrısını çoğu zaman işitmez, görmez ve cevapsız, ifadesiz bırakırız.

Temmuz 2016, Bremen, Ankara