EMILE Ajar takma adıyla yazdığı “Yalan Roman”da Romain Gary, şöyle diyordu: “Kendimi ben yaratmadım; işin içinde ana-baba kalıtımı, alkolizm, beyin sklerozu ve biraz daha geride veremle şeker hastalığı vardı. Ama çok daha gerilere gitmek gerek, çünkü tarifsiz gerçek ancak ana kaynakta bulunabilir.” Romanın başka bir yerinde de şu ifade geçiyor: “Hepimiz çaktırmadan yapılmış çocuklarız, hiçbirimizin […]

EMILE Ajar takma adıyla yazdığı “Yalan Roman”da Romain Gary, şöyle diyordu: “Kendimi ben yaratmadım; işin içinde ana-baba kalıtımı, alkolizm, beyin sklerozu ve biraz daha geride veremle şeker hastalığı vardı. Ama çok daha gerilere gitmek gerek, çünkü tarifsiz gerçek ancak ana kaynakta bulunabilir.” Romanın başka bir yerinde de şu ifade geçiyor: “Hepimiz çaktırmadan yapılmış çocuklarız, hiçbirimizin olaydan haberi olmamış.”

Gerçekten de kimse kendini yaratmaz, yaratılır; ama Romain Gary gibi yaratıcı-sanatçı kişiliklerde durum farklı. Bu farkı yaratan şey, Romain Gary’nin “tarifsiz gerçek” dediği şeyi tarif etmeye çalışan Winnicott ya da Klein gibi psikanalistlerin yazdıklarından anlaşılabilir belki. Sanatçı kişiliklerle diğerleri arasındaki en önemli farkın, bebeklikten itibaren insana musallat olan suçluluk duygusuyla ilişkisi olduğunu iddia ediyor Winnicott. Bebek, annesinin memesini büyük bir doyumla emerken, bir yandan da içgüdüsel olarak memeye karşı yaşadığı arzunun fantezileştirilmiş yıkıcı etkilerini suçluluk duygusu olarak deneyimler. Klein, suçluluk duygusunun ardından bebeğin pişmanlığı ve korkuyu deneyimleyeceğini, annenin tavrının bu aşamaların kalıcı olumsuz bir etki bırakmadan yaşanmasını kolaylaştıracağını yazmıştı. Bebek, Klein’ın tanımladığı şekilde önce “paranoid-şizoid” konumda anneyi ve memeyi, iyi ve kötü nesneler halinde ayrı ayrı deneyimler; “depresif konum”da ise saldırgan ve paranoid duygular beslediği anne ile sevilen annenin aynı olduğunu kabul eder.

Winnicott, eğer anne, zararın giderilebileceğini ve gerçekte bebeğin kendisine zarar vermediğini hissettirebilirse, bebek içgüdüsel itkiye ait fantezilerin sorumluluğunu üstlenme becerisini geliştirerek, acımasızlığı acımaya, ilgisizliği ilgiye dönüştürebilir. Ama yaratıcı-sanatçı kişilikte bu döngü, Winnicott’a göre farklı işler, yaratıcı-sanatçı kişi, her zaman suçluluk duygusuna ihtiyaç duyar, ama peşinden gelmesi gereken şükran ve minnettarlığı ise kendisi için ayak bağı olarak görür. Adam Phillips, bu meseleyi, “Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine” adlı kitabında derinlemesine tartışıyor. Winnicott, Klein’ın önemini hiçbir zaman yadsımasa da, suçluluk duygusuna ve ahlaki açıdan acı çekmeye atfedilen değeri sorgulamaktan geri durmaz. Aynı kişinin, yani Winnicott’ın II. Dünya Savaşı yıllarında İngiltere’de düzenlenen ve sanki hiç savaş yaşanmıyormuş gibi konuşmalar yapılan bir psikanaliz kongresinde, iki de bir ayağa kalkıp “Dışarıda savaş var, Londra bombalanıyor” gibi şeyler söyleyerek yerine oturduğu da biliniyor. O, bu uyarıyı yaparken, konuşmacılar sanki duymamış gibi yaparak programlarına devam etmiş. Winnicott, yaratıcı-sanatçı kişiyi, boyun eğmeyen ve bu sayede kendine özgü biri olabildiğini iddia etmişti. Artık öyle mi görülüyor, yaratıcı-sanatçı kişiler, günümüzde boyun eğmeyen kişilerden mi oluşuyor? Yoksa, Adorno’nun mükemmel bir biçimde tarif ettiği “kitle kültürü”nün vitrin emekçilerine mi dönüştüler? Belki de soruyu daha genişleterek sormalı, bu çağı “inovasyon çağı” olarak nitelendirenlerin iddia ettiği gibi, herkes artık “yaratıcı-sanatçı” kişiler olmak mı zorunda? Winnicott’ın kastettiği şeyle, aynı şey mi?

Değil. Biri “yapma”yla ilgili, diğeri “olma”yla. Rainer Funk’ın “Ben ve Biz” adlı kitabında Erich Fromm’un aktardığı bir rüyayı çözümlerken dile getirdiği gibi, günümüz insanı “yapma becerilerini”, aygıtlarla nesneleri yücelttiği içindir ki kendisini yeterince canlı hissedemez, bir şey yapmadığı sürece boşluktadır. İnsani öz güçlerini kullanan biri ise, yaratıcı enerjisini tüketmez, tersine besler sürekli. Biri suçluluk duygusunu bastırırken, diğeri ona ihtiyaç duyar yeni bir şeyler ortaya koyabilmek ve kendisini yaratmak için.

Emile Ajar, “Yalan Roman”da şöyle yazmıştı: “Dehşetler, olağanüstü çeşitlilik ve zenginlikte acılar, ölüm ve dolayısıyla sürekli bir konu yenilenmesi olmasaydı, edebiyat da, ilham kaynağı da olmazdı.” Gerçekten öyle mi?