Kendi hayatını bir yaratıma dönüştürme… Galiba herkesin istediği şey bu. Ama önce, kişinin yaşadığı hayatı değerli ve ilginç bulması gerek. Sadece yaşadığı hayatı değil, kendisini de ilginç ve değerli bulması. Psikoterapi öncelikle insanları kendileri için daha ilginç hale getiren bir diyalog olarak tarif edilir. Sizi merakla dinleyen, yaşadığınız hikâyeyi yeniden yazarcasına birlikte yorumlayarak daha derin anlamların izini sürmeye hevesli bir profesyonelle çıkılan yolculuk… Sanatı, edebiyatı ve felsefeyi de bu türden bir diyalog çabası olarak görebiliriz. Winnicott, bireylerin ya yaratıcı bir biçimde yaşayıp hayatı yaşamaya değer bulduklarını, ya da tam tersi yaratıcı bir biçimde yaşamayıp hayatın değerinden şüphelendiklerini yazmıştı. Ve bunu çocukluk döneminde yaşadıklarımızla ilişkilendirmişti. Günümüzde hayatın değerinden şüphe edenlerin arttığını gösteren pek çok örnek çıkıyor karşımıza.

Bu durumda sosyal medyanın da etkisi büyük, herkesin herkesten haberdar olduğu ve haset ettirmenin öne çıktığı bir iletişim tarzının içine hapsolmak, hayatın değerinden şüphe edenleri artırıyor. Twitter da artık Instagram gibi kullanılır oldu, üniversite sınavını kazananlar sınav sonuç kâğıtlarını paylaşabiliyorlar, yurt dışına gidenler pasaportlarını… Sık sık NASA’ya ya da yurt dışındaki bir akademiye kabul edildiğini söyleyenlere, çocuğunun yeni doğan halinden okula giden haline kadar bütün süreçlerini paylaşanlara, olmadı doğum günü için like isteyenlere kadar rastlamak mümkün… Birisi de, bugün de terfi etmedim, NASA’ya kabul edilmedim, çocuğum olmadığı için okula da gönderemedim, yedi dil bilip beş üniversite de bitiremedim gibi bir tweet yazmış, bu durumla dalga geçmek için. Bu örneklerin çokluğu, çoğu kişinin kendisini ve yaşadığı hayatı ilginç ve değerli görüp görmemekle ilgili bir çatışma yaşadığını gösteriyor. Paylaşmakla haset ettirmek arasında çok ince bir çizgi var ve o çizgi belirsizleşmiş durumda. Yoksa çoğu kişi haset ettirmek için yapmıyor bunu, kendiliğinden gelişiyor. Sosyal medyada her zaman daha ilginç, daha eğlenceli, daha derin gibi gözüken ya da olmak için rekabet içinde olanların mücadelesi, yaşamak yerine izlemeyi ya da göstermeyi amaç edinen insanlar yarattı. Ama ne olursa olsun, kaç like alınırsa alınsın, takipçi sayısı ne kadar artarsa artsın, boşluk duygusundan kurtulmaya yetmeyen bir süreç…

***

İnsanın yaratıcı bir yaşam sürmesi, yaşadığı hayatı değerli bulması, kendiliğinden gelişecek bir süreç değil. Bunu, hurdalıkta dönüştüreceği bir nesne arayan sanatçıların durumuna benzetmek mümkün. İnsanın iç dünyası, ıvır zıvır, kullanılıp bir kenara kaldırılmış şeylerle dolu bir depoya benzetilebilir. O depoya girip nesneleri incelemek, bizim için en anlamlı şeyleri bulup çıkarmak, güncel sanatçılar gibi bulduğumuz şeyleri başka şeylerle ilişkilendirerek derin anlamlar çıkarmak, o karma karışık ve değersiz görünen nesnelerden yaşanabilir bir dünya yaratmak… Bugün, ne istediğini bilenler gittikçe azalıyor sanki, kararsızlık ciddi bir stres kaynağı… Başkalarının arzusunu kendi arzusu gibi yaşayanlar, mecburen başkalarının onayıyla, beğenileriyle yaşadıklarını hissedebiliyorlar… İşin ilginç tarafı, medya ve sosyal medyada başarılarıyla övünenler, elde ettikleri başarının ardındaki sıkı çalışmayı gizleme eğiliminde oluyorlar genellikle, sanki bu onlar için doğal ve kendiliğinden gelişmiş bir şeymiş gibi, doğuştan ayrıcalıklı oldukları içinmiş gibi… Sıkı çalışmak, bir tür eziklikmiş gibi… Sıkı çalıştığı için değil, yetenekli olduğu için… Bir yandan da büyük başarılar kazanmış gibi gösterilenlerin çoğunun, gerçekte öyle hissetmedikleri de bir gerçek, sanki her an foyaları ortaya çıkacakmış ya da başarıları ellerinden kolayca alınacakmış, hemen unutulacaklarmış gibi…. Ki hemen unutulabiliyorlar da… Çünkü zaman, eskisi gibi biriktirmiyor, akıp geçiyor, Bauman’ın bahsettiği gibi akışkan bir hayatın içindeyiz artık…

Yaratıcı yaşam, insanın kendi hayatını değerli ve ilginç bulmasının nedeni ve sonucuysa eğer, bu aynı zamanda başkalarının yaşamını da değerli bulmayı getirir.