II. Dünya Savaşı’nı ve Nazi dönemini gören ve intihar eden Zweig ile Türkiye’nin ağır aksak ruhsal ikliminin, darbelerin, ihtilallerin, yozlaşmanın “arka bahçelerinde” gezinen Nilgün Marmara aslında uzaktan ruh kuzenidir.

Yaratıcılık ve Delilik II: Ödül mü ceza mı?

Nesli Zağlı

“Aptallar deliliğin, yükselmiş bir zihinsel durum ya da yaratıcılığın alternatif bir şekli olduğuna dair kitaplar yazar. Değildir, ıstıraptır.” Jonathan Kellerman
Delilik yaratıcılık mı getirir? Ya da yaratıcılık deliliğe mi neden olur? Bu soruları hâlâ net olarak yanıtlamak mümkün olmasa da geriye dönük olarak baktığımızda bilim ve sanat alanında deha olarak görülen kişilerin kayda değer bir kısmında başta duygu durum bozuklukları olmak üzere belirgin psikolojik bozukluklar olabileceğini görmekteyiz. Bu deha profili bir psikopatoloji yelpazesi gibi karşımıza çıkıyor. Yaratıcılığı yüksek kişilerin, tüm tanı kategorilerinin ötesinde kişilik düzeyinde “tuhaflıkları, içe dönüklükleri (veya aşırı girişken ve kavgacılıkları), hassasiyetleri, temel ihtiyaçlardan vazgeçercesine üretmeleri…” onları normatif olandan bıçakla keser gibi ayırabiliyor. Çoğu zaman travmatik yaşam olaylarıyla perçinlenmiş sıra dışı yaşam öykülerini büyük bir merakla okuyoruz. Bazıları sırtlarında ve dehalarındaki onca yüke rağmen; bizde başarmış, yaratmış ve aşmış hissini yaratıyor. Ne çektikleri konusunda da bence hiçbir ilgimiz ve fikrimiz yok.


Sanatçılar, bilim adamları, dâhiler bu dünyada unutulmaz yapıtlar bırakıp giderlerken yanlarına neyi alabiliyorlar? Hayatlarına kendi elleriyle son veren yüzlerce sanatçı kendini bir dehayla ödüllendirilmiş mi hissediyor yoksa sadece çektikleri ruhsal acıya mı son veriyor? Günlüklerden, mektuplardan ve geriye yönelik biyografik incelemelerden anlıyoruz ki, ruhsal bozukluklarla sarsılan bazı sanatçılar intiharı hem kendilerini hem de sevdiklerini kendilerinden kurtarmanın çaresiz bir yolu olarak görüyor. Yine bu kişiler belki de hayatlarının belli dönemlerinde bu “deli dahi” olma halini sevmiş ve bu zeminde yaratıcı üretimler yapmıştı. Burada özellikle iki uçlu duygu durum bozukluklarının (bipolar) manik hallerinden söz ediyorum. Enerjinin düşmediği, algıların açıldığı, özgüvenin tavan yaptığı, uykusuz, gıdasız, molasız bir çılgınlık içinde yaşanan hallerden. Sanatçılara da, sıradan bipolar hastalarına da sorsanız, çok yıkıcı sonuçlar doğurmadıkça bu delilik halleri sevilir ve özlenir. Ama diye ekler bu insanlar; hemen ardından derin bir melankoli tatlı bir deliliği takip eder ki insanı yükseldiğine pişman eder. İki veya tek uçlu melankolinin diplerinde salınırken ise kişi şöyle diyecektir; çalışacak, üretecek, hayata temas edecek her uzvum kısmi bir felcin tesirinde.

Söz konusu uçucu, yüksek bir mani de olsa, dipsiz bir melankoli de, ortak nokta keskin bir duyarlılık ve derinliktir. Deli dahi dediğimiz kişi insana, varlığa, topluma dair kavram ve olaylara yoğunlaşmış ve üç boyutlu bir anlayışla bakar. Bir çocuğun dizindeki yara veya bir kadının sırtındaki ağır yükle ayak bileklerine acıyla uzanması normal göze görünmeyen bir anlam taşır. Çağlar boyunca insan eliyle veya doğal yollarla da olsa felaketlerin hepsini görmüş, tüm hücrelerinde hissetmiş ve duyduğu ıstırabı bir yaratıma dönüştürmüştür deli dâhiler. Bu nedenle diyebiliriz ki, gerçek bir sanatçının da toplumsal sarsıntılara karşı duyarsız kalması mümkün değildir. Suskunlar ve etliye sütlüye karışmayanlar ya sanatçı değildir ya da gerçek. II. Dünya Savaşı’nı ve Nazi dönemini gören ve intihar eden Zweig ile Türkiye’nin ağır aksak ruhsal ikliminin, darbelerin, ihtilallerin, yozlaşmanın “arka bahçelerinde” gezinen Nilgün Marmara aslında uzaktan ruh kuzenidir. Her ikisi de sinir uçlarını açıkta kalmış gibi hissetmiş, tıkır tıkır daktilolarında üretmiş ve sonsuz ıstıraplarını sonlandırmışlardır.

Dostoyevski, Tolstoy, Nietzsche, Kierkegaard, Edgar Allen Poe, Charles Dickens, Baudelerie, Virginia Woolf, Jack London, Franz Kafka, Hemingway, Sylvia Plath, Vonnegut ve nice yazar ve sanatçılar. Çoğu yaşamlarına intihar ile son vermiş kişiler… Bu insanlara bir şans verilse ve dense ki bir daha hayata geldiğinizde dahilik ödülünüz olmayacak ancak ruhsal sancıları da çekmeyeceksiniz. Sizce deli bir dahiliği mi, yoksa ruhsal bir huzuru mu tercih ederlerdi?
Görünen o ki Edgar Allen Poe deliliği tercih edeceklerden. Çünkü en azından bir noktada “Uzun korkunç normallik aralarından sonra deli oldum” diyor. Kafka ise yazmanın hayatını sürdürebilmesini sağladığını, asıl deliliğin yazmıyor olması olduğunu anlatıyor. Bu noktada da akla şu soru geliyor; yazmak ve diğer sanatsal üretimler Freud’un dediği gibi sanatçının içe dönük ve nevrotik yanlarıyla başa çıkmak için kullandığı bir “yüceltme” mekanizması mı? Bilinçdışına bastırılan ve ego tarafından baş edilemeyen cinsel ve agresif dürtülere ait libidinal enerjinin sanatsal üretime yatırılması mı? Büyük olasılıkla yaratmak ve ruhsal olarak sağ kalmak arasında ilişkinin zemininde bu var. Ancak çağdaş psikanalitik (özellikle kendilik psikolojisi) yaklaşımlarını hesaba katarak delilikle harmanlanmış bir yaratıcılığın alt yapısında; gelişimsel olarak karşılanmamış ilgi, benimsenme, onaylanma, takdir edilme ve diğer narsisistik ihtiyaçların da olabileceğini öne sürmek hatalı olmaz.

Yaratıcılık ve ruhsal bozukluklar arasındaki ilişkiyi inceleyen araştırmaların bence en ilginç yönlerinden biri diğer yazarlar, sanatçılar ve mimarlarla kıyaslandığında şairlerin en çok ruhsal bozukluk yaşayan grup olarak belirlenmesi. Bu sonuç şiirin özel bir tür olarak çağrışımlara, metaforlara, imgelere en büyük serbestiyi tanıyan alan olmasından kaynaklanıyor olabilir. Şiir hem hayatın eteklerinde savrulup inciler dökmenin, hem hayatın sınır dışı ettiği yerdeki mülteci özlemlerin ve yabancılığın, hem de masaya yumruk gibi vurulan bir umudun manifestosudur. Bu nedenle şiir tekdüze değildir, olağan değildir, normatif bir ruhsal dünyanın salınımından köken almaz. İyi bir şiirin içinde bir sistematiği olsa da, tel tel çözülmüş çağrışımların demetidir. Bu nedenle şiirin; sınırlarından ayrılmış, tüm doğayı ve insanlığı yalayarak esen; tüm sesleri, kokuları ve dokuları taşıyan hali biraz da deli işidir. En az sanatın diğer dalları kadar ama bazı noktalarda daha uçlarda…

Kısacası sanatsal üretimin gerektirdiği başka bir ruh hali, hatta bazı üretimlerde tüm zihnin çözüldüğü bir serbest çağrışım zinciri olduğu söylenebilir. İlk yüzyılların Romalı filozofu Atticus, sanat için deliliği saklamamak gerek der ve sanatın deliliğin ateşiyle kirpiklerin yanacağı kadar yakın olduğunu ekler. Büyük ve “deli” sanatçılar bu taşan dehaları sayesinde kendilerini ödüllendirilmiş mi hissettiler ya da duydukları ruhsal ıstıraptan kurtulmak için o şahane eserlerini feda ederler miydi bilmiyorum. Ama sanırım sanatı bu kadar çok sevmemizin nedeni bizi de kirpik tutuşturacak kadar olmasa da deliliğe yaklaştırması.

Okuma Önerileri:

Andreasen N. Yaratıcı Beyin: Dehanın Nörobilimi. Akılçelen Kitaplar
Lehrer J. Proust Bir Sinirbilimciydi. Ayrıntı Yayınları
Jamison KR. Durulmayan Bir Kafa. Epsilon Yayınevi
Soygür H. Sanat ve Delilik. Klinik Psikiyatri. 1999. 124-133
Aksoy UM. Deli Dahi: Yaratıcılık ve Bipolar Bozukluk İlişkisine Eleştirel Bir Bakış