Yardımcı Ders Kitabı 101: Aylaklık, insan olma vaktidir!

Aylaklık Dersi
DERSİMİZ
Aylaklık
KONUMUZ Yıldızlar

“Delikanlım! İyi bak yıldızlara” diyordu şair mapus damında, belki avlusunda, evreni, boşluğu, sonsuzluğu düşünürken, yıldızlar kadar güzel bir geleceği düşlerken. Benerci Kendini Niçin Öldürdü?(1932) Kitabının birinci kısım, birinci bab ve ikinci bölümünde yer alan, “Delikanlım” diye bilinen şiir sürüyordu: “Delikanlım!/Senin kafanın içi/yıldızlı karanlıklar/kadar/güzel, korkunç, kudretli ve iyidir/Yıldızlar ve senin kafan/kainatın en mükemmel şeyidir.”
Dersimiz aylaklık, konumuz yıldızlar, şairimizse bir yıldız, Nazım Hikmet. Yıldızları ayrı bir derste, belki gökyüzü dersinde, belki astrofizikte işleyeceğiz. Peki dersimiz aylaklıksa, konumuz niye yıldızlar o halde? Ee işte tam da bu nedenle! Tembellik değil, karıştırmayalım, onun dersi ayrı, tembellik hakkı da var dersi de, şimdi tembelliğin sırası değil!


Şimdi aylaklık zamanı. Aylaklık insanın en doğal hakkı, hatta doğmuş olmanın şansı. Engin Turgut’un belki de en sevdiğim dizesidir, “Hüznün mesaisi bitti, şimdi insan olma vakti”. Aylaklığı bana göre en doğru, güzel, yerinde, şahane biçimde tanımlayan bir dize. Aylaklık, insan olma vaktidir.

“Çalışmak özgürleştirir!” diyeni insanlık tarihi elbette unutmaz, unutamaz ve unutturulamaz da! Polonya’da Auschwitz toplama kampının giriş kapısının üzerinde Almancası yazıyor: “Arbeit macht frei”. Mazlumların, savunmasızların katledilmesi nasıl Kerbela’da başlıyorsa, 20. yüzyılda da Auschwitz’de ve dünyanın başka yerlerinde, gaz odalarında, kamplarda, savaşlarda milyonlarca insanın kanına girerek, canına kıyarak sürdü, sürüyor. İnsanı yalnızca ‘iş’leyen bir varlık, bir makine gibi gören her sistemle, her anlayışla baskı artıyor, verim, üretim de artıyor ama rüya azalıyor, sevinç azalıyor, neş’e gidiyor, yerini yalnızca ailesinden, arkadaşlarından, sevdiklerinden değil, kendisinden de uzaklaşarak ‘özgürleşen’ ve ruhu alınmış, bu bir anlamda da canı çalınmış demektir, insan suretinde makineler alıyor.

Hepimiz hüznün mesaisinde çalışıyoruz, aylaklık yapabildiğimiz zamanlarda ancak neşenin mesaisindeyiz. Şairin ‘iyi bak’ dediği yıldızlara baktığımız, hayal kurduğumuz, sonsuzluğu merak ettiğimiz, boşluğu düşünerek ürperdiğimiz, hatta hafif ürpertiyle karışık yine de bakmaya, sormaya ve aylaklığa devam ettiğimiz sürece neşenin, sevincin mesaisindeyiz ve özgürüz.

Yıldızlara boş boş bakmak, uzaklara dalmak, su boylarında, deniz kıyılarında oturup öyle hiçbir şey yapmadan, diyelim ki güneş ufukta batıncaya dek oturmak, Orhan Veli’nin Dalgacı Mahmut’u olup “Gökyüzünü boyarım her sabah” demek, yalnızca yürümek için yürümek, kentin ortasında, kıyısında günboyu insanlara bakmak, meydanlarda güvercinleri izlemek, yaprakların hışırtısına kulak vermek ve onu bir yaz denizinden geliyor sanmak, amaçsızca karalamalar yapmak, çiziktirmek, parklarda, ağaçların dibine uzanmak, kendi kendine şarkılar söylemek, dans etmek, uyumak, ağaçlarla konuşmak, onlara bir şeyler anlatmak, armağanlar vermek, gözlerini kapatmak, böylece kapalı olduğun anlaşılsın ki dışardan kimse rahatsız etmesin...

Aylaklık deyince aklıma ilk gelenler bunlar, sizde daha ne aylaklıklar vardır kim bilir, onları da eklersiniz.“Özgür insan, denizi seveceksin her zaman/ruhunu seyredersin, deniz senin aynan” dersiniz, Baudelaire’in de dediği gibi. Aylaklık özgürleştirir çünkü. Tüketimden özgürleştirir öncelikle, fazla olandan, ağırlıktan, maldan mülkten, eşyadan. Ariflerin dediğine varırsın sonunda, Kul Himmet üstadımızın “Şu dünyada üç beş arşın bezin var/tüm bedesten senin olsa ne fayda” deyişini anlarsın. ‘Çalışma ahlakı’ diye ambalajlanan şeyin kapitalizmde bir ‘köle ahlakı’ ve sözleşmesi olduğunu da görür ve tüketeceğin kadar üretirsin, yaşamak için yalnızca. Buna da ‘aylak ahlakı’ demezler elbette, ‘ahlaksızlık’ derler, ama zaten iyi, haklı ve güzel olan neye ahlaksızlık demiyorlar ki? Aylaklık özgürlüktür, ahlaksızlıksa her türlü özgürlüğe karşı çıkmaktır!

ANA DÜŞÜNCE Çalışmak değil, aylaklık özgürleştirir!
YARDIMCI KİTAP Aylaklığa Övgü, Bertrand Russell, Türkçesi: Mete Ergin, Cem Y.

Ek Ders
DERSİMİZ
Ek
KONUMUZ Unutulmuş ne varsa...

Aylaklık gibi güzel bir dersten sonra başka ders...olmaz! Olmasına olmaz da ya aylağın unuttukları varsa? Var, olmaz mı, aylağın da unutması gereken çok şey var, onları unutmalı ki, göğün yüzünde, yıldızların altında, denizlerin mavisinde, bakışların güzelliğinde, dalgınlığın hoşluğunda, kaybolmanın hazzında, “ufkun, serabın, sıradağlar”ın sonunda yeni anılara “kavuşmak ilmindeyiz bütün fasıllar” diyebilsin Ahmed Arif gibi.

Ek dersi kimse kimseye vermez, vermemeli. İnsan buna kendisi karar vermeli. Ben şimdi aylaklık dersinden çıktım ve hocanın konumuz olan yıldızları yeterince anlatmadığını, böylece bizi aydınlatamadığını fark ettim! Oysa yıldızlar üzerinde biraz daha durabilir, aylaklığı överken, yıldızlar da geri kalacak değil ya, onları da biraz daha parlatabilirdi! Hoş yıldızların kimsenin onları parlatmasına da gereksinimi yok ya, olsun!

Bu arada farkındaysanız, dünyanın yıldızı çoktan söndü, belki de hiçbir zaman parlak olmamıştı. Hubble Teleskobundan sonra, biraz da onun gelişkini olarak gösterilen James Webb Uzay Teleskobu galaksi hakkında yeni, çarpıcı bilgiler vermeye başladı, bugüne kadar evrenin en derin görüntüsü olarak nitelenen rengarenk görüntüler de ondan geldi. Ve denildi ki, bizim sevgili güneşimiz biraz üzülecek ama evrende önce yıldızlar vardı, ışık kaynağı onlardı!

Göğe bakmayı, evreni düşünmeyi seviyorum, hatta başka derslerde söz etmişimdir ama bir kez daha yazayım. Üniversiteye yeniden gitseydim astrofizik okumak, böylece iyice Dalgacı Mahmut olmak isterdim! Son yıllarda en çok gökyüzüyle, yıldızlarla ilgili okuyorum. Yakınlarda okuduğum bir roman, anlatı ya da anı kitabı demeli belki de, Evrendeki En Küçük Işıklar, altbaşlığı da Aşk, Acı ve Ötegezegenler, yıldızlara hevesimi daha da artırdı. MIT’nin astrofizik laboratuvarını da yöneten ve TIME Dergisinin uzay çalışmalarındaki en etkili 25 kişi arasında saydığı ünlü astrofizikçi Sara Seager yazmış. Şu cümlelerle başlayan bir kitaba kayıtsız kalmak bence hayli zor: “Her gezegenin bir yıldızı yoktur. Bazıları herhangi bir güneş sisteminde yer almaz. Tek başınadır onlar. Başıboş gezegen denir onlara.”

Ne üzücü değil mi? Göçmen, galiba serseri gezegen de deniliyormuş, göçebe de. Evet bir yandan da uzay kadar, gökyüzü, evren, yıldızlar, güneş kadar şiirsel, derken sevgili ay seni unuttuğumuzu mu sandın? Eski bir şarkıyı anımsadım bu kimsesiz gezegenlere üzülürken, “Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar/yeryüzünde sizin kadar yalnızım”.

Yaşı milyarlarca yılla hesap edilen evren ve yaşı en çok 100’le hesap edilen insan! Küçümsemiyorum seni, tamam da Aşık Mahzuni Şerif’in taaa çocukluğumda duyduğum türküsü de hala güncelliğini koruyor, bu nasıl iştir? “Yaşamaya geldim ben de dünyaya/elimden kolumdan bağlama beni/komşular koşuyor yıldıza aya/dağların başında eyleme beni/.../Körpecik aklımı kandırma boşa/insanlar benzemez beyinsiz kuşa/avareyim diye etme temaşa/bir dilim ekmeğe bağlama beni”.

Avare yani aylak. Avareyim, aylağım diye benimle dalga geçme diyor Aşık Mahzuni. Demek ki avare düşünce, aylaklık düşüncesi gerekiyor özgürce düşünmek, yıldızları düşlemek için. Yıldızları düşlemekse kendimizi düşlemektir, aylak olmayan biri kendini nasıl düşlesin?

Ek ders hepimize gerekli ama gereğini kendimizin görmesi koşuluyla. Öyle olunca da yıldızlı pekiyi!

ANA DÜŞÜNCE Düşlemek özgürleştirir!
YARDIMCI KİTAP Evrendeki En Küçük Işıklar, Aşk, Acı ve Ötegezegenler, Sara Seager, çeviren: Duygu Akın, Domingo Y., 2022