Nazım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” şiirini hatırlayın, 70 yaşında zeytin dikmeyi önerir. Usta’nın arzusuna kederlenmemek elde değil, belki de ne çok görmek istemiştir 70 yaşını.

Yardımcı Ders Kitabı 101: Mülkiyet olmasa, kaybetmezdik!

HAYAT DERSİ

DERSİMİZ Hayat

KONUMUZ .....................

Dersimiz hayat diye başlık atmak... Kolay mı oldu sanıyorsunuz? Sandığınızı sanmıyorum. Kolay gibi gelir de baştan, konumuz deyince ne yazacağını, ne söyleyeceğini bilemez insan! Hem sahiden de kolay mıdır? Yaşamak kolay mı ki yazmak kolay olsun? Osman Konuk dizeleri hep kılavuzum oldu, “nasıl yaşanır ona uğraşıyoruz” dedim, dedim de zor olan da tam bu işte: Uğraş. Cesare Pavese’nin günlük görünümlü bir yaşama felsefesi kitabı olan Yaşama Uğraşı’nı hatırladım. Romanları ve şiirleriyle hep sevdiğimiz Pavese, uğraşını yazıya dökmüş, sıkıntılarını, sevinçlerini, kaygılarını, yoğunluklarını güzel güzel anlatmış da, sonunda...

Dersimiz hayat deyince, konumuz demeye de gerek var mı sizce? Her şey dahil hayat oteli. Ne kadar konaklayacağımızı bilmiyoruz tabii, belki bilmemek de iyi. Hesabın nasıl geleceğini, faturanın ne kadar tuzlu olacağını, ödeyip ödeyemeyeceğimizi de bilmeyeceğiz sonuçta, fakat yaşam serüvenimizde, alışkanlıklarımızda, az çok öngöreceğiz bunu.

“Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz, yazı hariç” der Orhan Pamuk Kara Kitap’ın sonunda, ‘tek teselli olan yazı hariç’tir elbet. Galiba şaşırtıcı olan da yine onu, yani hayatı yazmaya çalışmaktır. Neyi yazdığımız, niye, nasıl yazdığımız, konuşmayı en çok sevdiğimiz konular arasındadır, bunu konuşmaya doyamayışımız da tuhaftır. Konuşulacak başka konu mu kalmamıştır, yoksa dünya fazlasıyla cansıkıcı bir yer olduğu için mi, hep vakit geçirmek, oyalanmak ve tabii daha dürüst davranıp teselli bulmak isteriz? Bu dünyanın bir pencere, bir bekleme yeri, bir hayal ve bir sınav olduğu söylenir durur. Pencereyse gözümüz arkada kalır, bekleme yeriyse sabırlıyızdır, hayalse hiç uyanmıyoruz demektir ve nihayet, sınavsa kurtuluşumuz yoktur!

Her kim ya da ne tarafından verilmişse Spinoza, tanrı ya da doğa seçeneklerinden söz eder, şimdilerde büyük bir enerji olarak da tanımlanan bir güçten söz ediliyor, “yaşam sunulmuş bir armağandır insana”, Ataol Behramoğlu’nun dediği gibi. Nazım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” şiirini hatırlayın, 70 yaşında zeytin dikmeyi önerir. Usta’nın arzusuna kederlenmemek elde değil, belki de ne çok görmek istemiştir 70 yaşını, canım Anadolu toprağını, güzelim Ege ovalarını ve orada zeytin ağacı dikmeye ne çok heves etmiştir, hani şu hepimizden uzun yaşayacak zeytini!

Hayat her gün derstir bize. Yüzyüze, soluksoluğa, yanyana, karşıkarşıya, kolkola ve bunun gibi daha nice. Öğretmeni, teneffüsü, zili yokmuş gibi görünür ama vardır ve bu saydıklarım okuldan da çoktur! Yalnızlık dersinden tut sevgi dersine, arkadaşlık dersinden aşk dersine, ev dersinden sokak dersine, şehir dersinden ülke dersine... Buraya ne yazılsa, ‘işte onun da dersi var!’ deriz, vardır, sayısızdır...Diyeceksiniz ki, ‘bir türlü mevzuya gelemedin, hep çevresinden dolanıyorsun!’ Haklısınız. Fiyakalı, yani bana göre fiyakalı, bir cümle buldum da onu sona saklıyorum, eh oraya gelinceye dek de müşteriden daha fazla para almak için yolu uzatan taksici gibi lafı uzatıp duruyorum!

En büyük ders hayattır, en güzel kitap insandır... Böyle cümlelerin sonu gelmez, yanlış mıdır, sanmam. Bir şeyi doğrulamak istiyorsak, çok farklı açılardan yaklaşıp isteğimize ulaşırız. Ulaşırız ulaşmasına da, birkaç kez söylendikten sonra anlamsız geliverir böyle aforizmik cümleler. Kamyonarkası yazıları bile, yaptıkları kelime oyunlarından mıdır nedir bilinmez, daha uzun süre hatırlanır. O nedenle hayat, insan, yaşamak ve dünya hakkında çok da fazla ahkâm kesmemek gerekir. Bir, genelleme tehlikesi vardır, iki, kimse kimseden ders almaz, hayatla insan arasında da kimse öğretmen olamaz!

Hayattan güzel ders de olamaz, boş ders dahil!

ANA DÜŞÜNCE Yaşamak, hayat okulundan hiç mezun olmamaktır.

YARDIMCI KİTAP Yaşama Uğraşı, Cesare Pavese, Çev: Cevat Çapan, Can

EV DERSİ

DERSİMİZ Ev

KONUMUZ İlgi, özen, iyilik

Size de oluyordur, bazen dünyanın ev olduğunu, evde olduğunu düşünüyorum. Öyleyse milyonlarca, hatta milyarlarca dünya var demektir dünya içinde. Dışarı ise dünyaları buluşturan, birleştiren yollar, geçitler, alanlar, kavşaklar olmalı. Yeni bir şey yok bu söylediklerimde. Ama insan zaman zaman hatırlatmalı kendine bazı şeyleri. İnsan bu, hatırlamaktan çok unutmaya eğilimli.

Dünya derdinden evi görmüyoruz pek. Bazen hiç beklemediğimiz zamanlarda onunla gözgöze geldiğimiz oluyor, çoğun ev körlüğünden uyandığımız anlarda oluyor bu. Biz eve kör oluyoruz ki nankörlükten pek farklı bir şey de sayılmaz, oysa ev bize karşı hep uyanık, hep gözü üzerimizde, istiyor ki bizim de ona gözümüz değsin, birbirimize karşı boş olmadığımızı gösterelim!

Bizse eve karşı boş olmadığımızı onu doldurarak gösteriyoruz! Evi doldurmak, ağzına kadar, hiç boşluk bırakmamacasına, ev sanki bir dev oburmuş ve onu sürekli beslemek zorundaymışız gibi! Evin canının acıdığını, kalbinin kırıldığını hiç düşünmeden. Onu eşyayla, ıvırzıvırla, elimize geçen her şeyle doldurursak, onun gönlünü alacağımızı sanıyoruz. Yeterince ilgi göstermediğimiz yakınlarımızı sürekli ‘armağana boğmak’ gibi bir şey bu!

Armağana boğduğumuz insanlarla birlikte, ilgiyi yakınlığı da nasıl boğuyorsak, eşyalarla doldurduğumuz evleri de fazlalıklarımızla boğuyoruz işte! Ev sanki bizim depomuz, ardiyemizmiş gibi. Eve de birbirimize davrandığımız gibi davranıyoruz, ona özen göstermiyoruz, biz onu doldurdukça onun içi boşalıyor, ruhu yoksullaşıyor, kendine küsüyor, bize küsüyor, farkına bile varmıyoruz.

Oysa dünyada en çok vakit geçirdiğimiz yer ev, en çok özlediğimiz yer ev, nerdeyse tüm zamanları ona yeniden dönmek, kavuşmak için harcadığımız yer ev, evin yerini dünya bile tutamaz! Ev, sevgili çünkü sevgilimiz, ama işte ona da, zamanla sevgilimize, sevdiklerimize yaptığımızı yapıyor, bizim sanıyoruz!

Ev bizim değil oysa sevgilimizin de bizim olmadığı gibi. Dünya zaten bizim değil. Bizim, bizim dememek için bunca çok nedenimiz varken, neden bu kadar çok bizim diyoruz her şeye? Oysa bizim demedikçe daha güzel olacak her şey. Dünyayla aramız daha iyi olacak, sevdiklerimizi kendimiz için değil onlar için seveceğiz, eve bizi ağırladığı, konuk ettiği için hürmet göstereceğiz.

Konuk olmak. Belki de dünyayı, hayatı, ilişkilerimizi bu bilinçle yaşarsak daha özenli, ilgili, anlayışlı oluruz. Mülkiyet, hırsızlıktır denilmiştir, bunun pek çok anlamı var bana kalırsa, anlamı ve yorumu da var. Dünya insanın ruhunu çalar, insan, evi ‘tamtakır kurubakır’ dedikleri bir yoksulluğa bırakır, yakınlığın yerini tetikte olma hali alır ve insan mülkiyetin yol açtığı kaybetme korkusuyla hastalanır!

Mülkiyet olmasaydı kaybetme korkusu da olmazdı. Haksız bulmuyorum. Dünyanın yoksullarından oluşan ‘büyük insanlık’ bir ömür çalışarak belki edinebildiği, yaşamı pahasına edinebildiği bir evi dışarıya karşı korumak için bazen canını veriyor. Fakat dışarıya karşı koruduğumuz, bazen uğrunda can verdiğimiz evi kendimize karşı koruyamıyoruz!

Zamanla, teklifsiz dedikleri, ama hoyratlığa, nobranlığa, aldırışsızlığa varan bir tutumla yüzüne bile bakmadan içine giriyoruz evin! Destursuz, selamsız, sabahsız. Mülkiyet ezici bir şey, sahip olduğu her şeyi ezerek, parçalayarak, küçülterek, küçümseyerek kullanıyor, insanı da, dünyayı da, evi de...Oysa bizim olmadığını bildiğimiz şeylere karşı daha duyarlı oluyoruz, kırmaktan, yitirmekten, incitmekten korkuyoruz, en çok da kendimizden koruyoruz.

Galiba evi de kendimizden korumamız gerekiyor, eğer bu dersin bir ev ödevi varsa ki adı üzerinde, var, eve, kendi evimize değil, başkasının evine gider gibi gitmek olmalı!

ANA DÜŞÜNCE Dünya yerleşmek için tekin bir yer sayılmaz!

YARDIMCI KİTAP Mekanın Poetikası, Gaston Bachelard, çev: Alp Tümertekin, İthaki