Türkçe söyleyen, insanlığa seslenen bir Yunus, evet evrensel, evet hümanist bir Yunus. Dadaloğlu eskir mi, kalkıp göç eyleyen sadece Avşar elleri değildir artık.

Yardımcı Ders Kitabı 101: Yaşamak, edebiyatla sanattır

Folklor Dersi

DERSİMİZ Folklor
KONUMUZ Türkçenin Sütdişleri...

Ortaokul ve liselerdeki edebiyat dersi öğretmenlerinden özür dileyerek edebiyat dersinin müfredattan çıkarılmasını öneriyorum. Elbette bu önerim derslerin boş geçeceği anlamına gelmiyor. Edebiyat dersi yerine, okuma kültürünü yaygınlaştıracağını düşündüğüm başka önerilerim var. Edebiyat öğretmenlerimizin de içinde olacağı bir süreçten söz ediyorum. Daha kapsamlı değil, daha derinlemesine, daha yoğun bir süreç ve bununla sınırlı değil yalnızca.

Edebiyat derslerini kaldırmayı ve yerine değil yanına Folklor dersi konulmasını da öneriyorum. Türküler, maniler, ninniler, bilmecelerle birlikte Türkçenin de pirleri olan Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu, Karacaoğlan’ın şiirlerinin, deyişlerinin de okutulacağı bir ders bu.


Kendi kültürel kaynaklarıyla tanışacak çocukların, Anadolu dediğimiz bu büyük, geniş, görkemli, zengin, renkli, aynı zamanda da zor, kahırlı, kederli coğrafyanın kadim kültürleri, dilleri, halkları, akrabaları, komşularıyla da hemhal olmaları, rüzgârından nasiplenmeleri için, Tanrıdan tabiata, varlıktan yokluğa, hastalıktan ölüme, iyiliğe, sevince yeryüzünün sesi olan halk şiiriyle de ninniler, masallar gibi tanışması, onları yalnızca kulak dolgunluğu değil gönül doygunluğu, iç dolgunluğu olarak da taşıması kadar güzel ne var?

İnsanın içi aşkla, nefesle, şiirle dolarsa, sevincin de içi içine sığmaz, iyiliğin, dostluğun, güzelliğin de. Fuzuli’nin “Aşk imiş her ne var âlemde” dizesi de bunlarla dopdoludur işte, şiirle doludur. Öyleyse bir varlık araştırmacısı olarak Yunus Emre, bir eleştirel düşünür olarak Pir Sultan Abdal, bir direniş öncüsü olarak Dadaloğlu ve bir aşk filozofu olarak Karacaoğlan okumak, yine Yunus’un ‘kendini bilmek’ dediği okumaya içkindir. Bu ulu ozanları okuyan bir çocuk, hayatın kaç şeyle ‘kaim’ olduğunu da az çok anlar. Kul olarak büyümenin ezikliğiyle kararmak yerine, yurttaş olarak yetişmenin güneşiyle parlar. Dilin güneşi de en çok ve en önce şiirde açar. Kavimler kapısının da artık başında mı ortasında mı üstünde mi nerdeyse orada ozanlar durur. Nefes alınır, dosta varılır, yaşam duyulur.

Değerler eğitimi de budur. Ahlaklı ol, terbiyenle dur, yalan söyleme, çalıp çırpma diye vaaz verdikçe değersiz hale gelen bir eğitimdense, hakikat yolunun yolcuları, dervişleri, abdalları olan bu ozanların, çıkarsız, açık yürekli, incelikli, düşünceli bir biçimde ellerinden, dillerinden gelenleri, gönüllerinden kopanları, yüreklerinden taşanları halk için söylediklerine kulak vermek yeğdir. Çünkü onlar ne saraya ne şaha, ne sultana ne padişaha yaranma kaygısı gütmeden hak bildiklerini söylemiş, doğru bildiklerini eylemiş kimselerdir, ki kimse olmaktan başka kimlikleri de yoktur!

Folklor dersinde bu ozanların şiirlerini okuyan çocuklar, şiirlerin deyiş, türkü hallerini de dinledikçe ne değerlerimiz ne değerli ozanlarımız olduğunu, okuyarak, duyarak kavrayacaklar, anlamadıkları dizeleri de düşüneceklerdir. Böylesine güçlü, evrensel bir şiirden sonra da, yani tüm canlıların ve tabiatın mayası olan bir şiir, yeni, modern şairlere geçmek de hem kolay, hem de istenir olacaktır.

Yunus Emre elbette ‘Bizim Yunus’tur, ama biz kimiz? Türkçe söyleyen, insanlığa seslenen bir Yunus, evet evrensel, evet hümanist bir Yunus. Tıpkı Pir Sultan Abdal’ın da ‘bizim’ olduğu ama düşüncelerinin tüm mazlumların, ezilenlerin yanında saf tuttuğunu unutmadığımız gibi. Dadaloğlu eskir mi, kalkıp göç eyleyen sadece Avşar elleri değildir artık, Afrika’dan Afganistan’a, Suriye’den Irak’a, Orta Amerika ülkelerine karadan, yoldan ama en çok da adı ak, adı Ege, fakat suları kara kara denizlerden göç etmeye çalışanları gördükçe, onun “ölen ölür kalan sağlar bizimdir” dediği aklımıza gelir ve “bilmem nerde kalır ölümüz bizim” diye dertleniriz. Zulüm, kahır, ölüm, göç, iyi de hiç güzellikler yaşamamış mı, âşık olmamış mı bu halk ozanları derseniz, Şükrü Erbaş’ın çok sevdiğim deyimiyle Karacaoğlan Efendimiz ne güne duruyor derim! Aşkın tüm hallerinin böyle sıcak, böyle hakiki, böyle şakacı dile geldiği binlerce şiir yazmış bir âşık, hep âşık Karacaoğlan, yüzyıllar sonra bile okumanın hâlâ şaşırtıcı, hâlâ sevindirici olduğu bir sevdalı ozan işte.

Öyleyse derdimiz de dersimiz de bu olsun diyelim ve ninnilerle, masallarla, şarkılarla, türkülerle Folklor dersimize bir yürüyüş eyleyelim!

ANA DÜŞÜNCE Şiir halkların yeryüzüyle kardeşliğidir!

YARDIMCI KİTAP Abdülbaki Gölpınarlı, Rauf Mutluay, Cahit Öztelli’nin halk şiiri güldesteleri...

Edebiyat Dersi

DERSİMİZ Edebiyat

KONUMUZ Dört Dörtlükler!

Edebiyat dersini müfredattan çıkardık ama edebiyatı çıkarmadık elbette! Size bir şey söyleyeyim mi, bu edebiyat dedikleri var ya, hani şu roman, öykü, deneme, şiir, oyun, yazı ve yazıyla ilgili her şey, onun olmadığı bir yaşam düşünemiyorum. Hayatımızda roman yoksa sözgelimi kentlerin var olmasının da bir anlamı yok! Düşünmek bile istemiyorum ama öykü yoksa daha da kötü, yollar yok, denizler, trenler, vapurlar, gökyüzü, uçaklar yok sayılır! Deneme yoksa o birbirinden lezzetli, dünyayı cennete çeviren yemişlerin, meyvelerin hiiiiiç tadı olmaz, demedi demeyin, deneyin! Şiiri sona sakladım, acı haberi en son duyun istedim, şiir yoksa aşk da yok! İşte şuraya yazıyorum.

Diyeceğim o ki, bu edebiyat dedikleri, ‘edebiyat yapma’ diye küçümsedikleri şey, yani söz, insanla var oldu, evrenle hal oldu, her şey de bir bakıma onunla oldu. Onsuz olmaz! Bunu müzikli olarak üç kere tekrarlayın: Onsuz oooool-mazzz! Onsuzzzzz oooolmaz! On-suz ol-maz!

Öyleyse dersini kaldırıp kendisini tutuyoruz ve Türkçenin dört öncü, benzersiz, birbirinden biricik adını okumaya başlıyoruz. Hepsinin de alanlarında Türkçenin dorukları olduğunu ve Türkçeyi dünyada da harikulade kitaplarıyla tanıttıklarını biliyoruz, işte sevincimizi bayrak gibi dalgalandıran dört isim: Şiirde Nazım Hikmet, romanda Yaşar Kemal, öyküde Sait Faik, denemede Salah Birsel.

Ortaokul ve lisede edebiyat dersi olarak yalnızca bu dört yazar ve şairin, tüm kitapları olmasa bile, belli başlı kitapları okutulsa, tüm öğrenciler ‘gönülden seçmeli’ bu dersleri alsalar, hayata Nazım Hikmet dersi almış gençler olarak atılsalar... Düşünmesi bile ufuk açıcı. Memleket sevgisinden direnmeye, aşktan yaşamı her koşulda sevmeye değin bir dolu şiirle dolu dolu bir yaşamın kapıları açılmaz mı? ‘Vatan haini’ filan gibi ‘çamur at, izi kalsın’ türü kavramlar üzerine de düşünürler, her şeyin söylendiği gibi olmadığını da kavrayıp dünyalarını ve görüşlerini de genişletmezler mi?

Sait Faik Abasıyanık, Türkçenin bir tanesi. Sahiden de tam da böyle söylemek istedim. Nazım Hikmet gibi onun da başkası yok. Yalnızca bir yazar mı, öykücü mü, belki o da bizim ‘flaneur’ümüzdür, gezginimiz, avaremiz, aylak hatta Lüzumsuz Adam’ımızdır! Bunca ‘pek bi lüzumlu’ adamın yanında değil mi bir de lüzumsuzu olsun, o da Türkçenin en sivil öykücüsü Sait Faik olsun!

Yaşar Kemal, ulu çınar! Bizim efsanemiz destancımız, “ve bir orman gibi Yaşarcasına” gürlüğümüz, çeşitliliğimiz, farklılığımız, insanı doğayla, hayvanla tanıştırmaya gelmiş, benim ‘vazifeli’ saydığım, Homeros’tan Dante’ye, Hafız’dan Marquez’e soy yazarlardan, Türkçenin çağlayanı, her şeyi hikâye edebilecek ve hikâyeyi herkese, her şeye anlatabilecek kadim anlatıcımız.

Bence en zor edebiyat yazısı olan denemeyi şenliğe çeviren, tarihten coğrafyaya, Paris’ten İstanbul’a, yazarlardan şairlere, iyi yürekli, övgüsünde cömert, sözcükleri şıngırdayan, gönlü de yazısı gibi geniş, ferah ve günlüklerini de deneme aşkıyla yazan, Türkçeyi seviyorum diyen herkesin bir kitabı da olsa okuması gereken, daha ne diyeyim denemenin piri Salah Birsel’dir işte. Salah Bey Tarihi’mizdir.

Meramım budur. Bu dört edebiyatçıyı okuyan gençlerin yaşama sanatında çok yol alacaklarını, başka yazarları, dünya şairlerini okuyacaklarına da inanıyorum.

ANA DÜŞÜNCE Edebiyatsız gitme yolu, ne tadı olur ne tuzu!

YARDIMCI KİTAP Nazım Hikmet, Sait Faik Abasıyanık, Yaşar Kemal, Salah Birsel kitapları...