Şimdi, bütün bu iflas, Türkiye’nin kurumlarının tarihsel iflasıdır. Yargının iflasıdır. HSYK’nın iflasıdır. Bütün bunların yeniden yapılanması için artık ciddiyetle düşünmek lazımdır

Yargı ve HSYK yeniden inşa edilmelidir

ORHAN GAZİ ERTEKİN* - N. ANIL GELBERİ**

15 Temmuz Askeri Ayaklanmasının ardından ordu ve yargı başta olmak üzere Türkiye Devleti'nin bütün kurumlarının politik dikkat alanına yerleşmesi hiç şaşırtıcı değil. İktidar, bütün kurumların iflas ettiğini ilan ederken halkın bu kurumlar konusundaki bilgi ve duygu mesafelerinin yeniden kurulması ihtiyacı da doğmuş oldu. Ordu, içine düştüğü duruma erken müdahale amacıyla Balyoz Davası'nda yargılanan emekli subayları yeniden göreve çağırırken, Erdoğan tarafından bir araya getirilen AKP, CHP ve MHP bir yargı idaresi kurumu olarak

HSYK’nın yeniden yapılandırılması üzerinde anlaştıklarını da duyurdular. Bellidir ki bütün devlet kurumları yeniden inşa sürecindedir ve politik güçler kendi gelenek, hafıza ve çıkarlarını bu kurumlara yerleştirmek için uzlaşma ve dengeler aramaktadırlar. HDP’nin bu sürecin dışında tutulması, uzlaşma ve dengelerin geleneksel merkezin içinde yeniden kurulmak istendiğini ortaya koyuyor ki bu tercihin geleneksel “dengesizlik”lerin devamında ısrar anlamına geleceği için kimseye hayrının dokunmayacağı açıktır… Yaşanan iflas, kurumların ciddiyetle tartışılmasını gerektirmektedir…

İç savaş kurumları

Artık bütün politik güçler bu noktaya geldiğine göre, bütün bu yaşadıklarımızdan sonra şu gerçeği açıklıkla ilan ederek başlamakta yarar var: Türkiye’nin devlet kurumları “demokrasi teorisi”ne göre değil “iç savaş teorisi”ne göre inşa edilmişlerdir. Devlet kurumlarının bugünkü çöküşünün tarihsel temellerinde öncelikle bu gerçek vardır. Kurumlar ve kurallar, yurttaşlar temelinde inşa edilmemişlerdir. Dahası toplumsal dinamiklere de kapalı kalmayı bir şart olarak yurttaşlara dayatmıştır. Eğer kurumların güncel çöküşü ile olan hesaplaşmamızı bu en kapsamlı hâliyle karşılamaz isek aynı krizlere toslamaya devam edeceğizi öngörmek hiç zor değil.

“Kirli” halk, “temiz” devlet!

Ülkede kurumlar içindeki “iç savaş” organizasyonunun temelinde, toplumun belirli kesimlerinin devlet alanından dışlanması ve bir “tehdit” olarak işaretlenmeleri yoktur sadece. Kürtler, dindarlar, sosyalistler ve hatta belirli dönemlerde Türkçüler bile birer “tehdit” olarak dışlanmış ve bastırılmışlardır zaten. Ama aynı zamanda, bu geleneksel anlayışta toplum alanı, “maddi beklentiler”le hareket eden bir “kargaşa alanı”, “kendi çıkarları peşinde koşan” bir “kirlilikler dünyası” olarak görülegelmiş ve devlet bu kirlilik ve kargaşanın adalete tekamülünü sağlayan bir merci olarak görülmüştür. Bu Hegelci felsefi anlayış, Türkiye yargısının genel yaklaşımıdır. Buna göre adalet, toplumsal varoluşun ve eylemin içinde değil, devletin “evrensel ruhu”nun dokunduğu yerlerde yeşeriyor, buna karşılık, toplumun dinamik siyasal unsurları sürekli olarak “adalet” imkânını yok ediyordu. Hâlbuki gerçek, bizzat devlet kurumları ve görevlilerinin, memurların, hâkim ve savcıların kendi çıkarlarını takip ettikleri bir oyunlar ve serüvenler yığınıyla özetlenebilir sadece… Yargı tarihi de, halka karşı belirli sınıfların ve kadroların korunması hikâyesidir zaten…

Yargı ve HSYK’nin kısa tarihi

Türkiye’de yargı ve hukuk alanı, hiçbir dönemde demokrasi mücadelesine dahil edilmesi gereken bir asli politik zemin olarak görülmemiştir. Dahası bu “acınası sağduyu” neredeyse tüm politik hareketlerin paylaştığı bir müştereke dönüşmüştür. Buna göre, adalet, demokrasi mücadelesinin bir alanı değildir. Olsa olsa duruşma taktiklerine dair bir söylem olarak işlev görmüştür. Hepsi bu kadar. Bu yaklaşım birincisi hukuk ve yargı kurumlarının zihniyet yapılarının toplum dışı “doğru”lar alanında pekişmesini sağlarken örgütsel planda ise merkezi ve hiyerarşik bir yapının oluşmasına yol açmıştır. Dolayısıyla, hukuk ve yargı alanı, tarafların; zayıf ve güçlünün karşılaştığı bir “kamu” alanı olarak değil doğrunun vaz edildiği tekçi-diktacı bir zihniyet ile kendini yeniden üretegelmiştir. Tarafların etkinliği ve varlığının en aza indirgendiği, tartışmanın dışlandığı duruşma pratiklerinin bu kadar yoğun olmasının temelinde bu düşünsel-felsefi arka plan bulunmaktadır. Örgütsel meseleye gelince; Cumhuriyet, yargı ve hukuk alanının stratejik yeniden kuruluşunu Adalet Bakanlığı, üniversiteler ile Barolar arasındaki politik ilişkide inşa etti. Bu yapı, Osmanlı'dan intikal eden hâkim ve savcı profilleri dışında ciddiye alınabilir herhangi bir hukukçu düşünür veya hukukçu teorisyene sahip bulunmuyordu. Bu nedenle, bakanlık, Üniversiteler ve Barolar, Cumhuriyet'in ideolojik politik hattını yekpare bir biçimde uygulayabileceği bir örgütlenme ve uygulama ortamı hazırladı ve yargı mekanizmasını bir bütün olarak politik temelde kuşattı. Tayin ve terfi, temyiz mahkemelerinde görev alma vb. gibi süreçler bu yapının belirlediği meşruiyet noktalarını takip ediyordu. Taa ki 1960’lı yıllara kadar. 1961 Anayasası ile birlikte HSYK kuruldu ve hâkim ve savcıların yargı idaresinde söz hakkının önü açıldı. Fakat, açılan ilk demokratik kanal, hâkim ve savcıların bir “cemiyet” kültürüne sahip olmadıklarını ortaya koyan çarpıklıkların ifşa olmasıyla sonuçlandı. Sürekli olarak Meclis koridorlarında torpil arayan hâkim-savcılarla karşılaşılıyordu. Fakat, iktidarlar, hâkim ve savcıların içinde yer aldıkları örgüt yapısı, politik karakter özellikleri ve kültürel çevreyi sorgulamak yerine onları yargının demokratik oyunundan alarak yargıyı yönetmeyi tercih ettiler ve hâkim, savcılar yargı idaresinden dışlandılar. HSYK, merkezin kolaylıkla kontrol edebileceği Yargıtay ve Danıştay gibi kurumlar ile Adalet Bakanlığı arasındaki ilişkide yeniden yürürlüğe sokuldu. 1982 Anayasası ise HSYK’yi tıpkı Milli Güvenlik Konseyi’nin ikizi olarak yeniden yaratmıştı. 2010 HSYK değişikliğine gelince, bu süreç, hâkim ve savcıları, yeniden “demokrasi teorisi ve uygulaması”nın içine çağırdı. Fakat, bu girişim de Gülenci siyasal yerleştirme hamlesinin genişletilmesi yönünde kullanıldı. Zaten yerel ve genel kamudan uzak bir mekanik araç şeklinde örgütlendiği için yargı ve hukuk alanı sürekli olarak Cumhuriyet'in farklı güçlerince “ele geçirilme” mücadelesinin zemini olarak belirginleşmişti. Bugün bunun sonuna geldik…

İflasın ardından

Şimdi, bütün bu iflas, Türkiye’nin kurumlarının tarihsel iflasıdır. Yargının iflasıdır. HSYK’nin iflasıdır. Bütün bunların yeniden yapılanması için artık ciddiyetle düşünmek lazımdır. İlk yapılacak şey ise, yargı ve hukuk alanının bir demokrasi mücadelesi alanı olduğunun artık keşfedilmesidir. Böylece, hukuk ve yargı alanı bir “kurum” olmaktan çıkacak bir “kuvvet” alanına dönüşecektir. İkincisi, hukuk ve yargı, güçlü bir kamu denetimini de içermek üzere yerelleşmek ve “adalet” vaadine toplumu ortak etmek zorundadır. Ve üçüncüsü ise yargı İdaresinin, daha “iktidarsız” bir yapıya dönüştürülmesi ve meclisin farklı güçlerinin bu yapı içinde politik tekel oluşturmayacak biçimde temsilinin önünün açılmasıdır. HSYK, Yargıtay, Danıştay ve hakim ve savcılar ve göstermelik bir avukat temsilinden oluşan korporatif bir yapıdan acilen çıkartılmalıdır…

* Demokrat Yargı Eş Başkanı
** Avukat