21 Temmuz 2016 tarihinden bugüne 30 OHAL KHK’si çıkarıldı. Her birinde eleştirilecek şeyler vardı ve bu şeyler her yeni KHK’de daha da çoğaldı ve 696 Sayılı KHK’de kendi rekorunu kırdı, tepe noktasına ulaştı

Yargının hazin yılı

Mustafa Karadağ - Hukukçu

696 Sayılı OHAL KHK’si 24 Aralık 2017 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Önceki OHAL KHK’lerinde olduğu gibi yine her konuya temas eden hükümler içermektedir. Ne yazık ki konular her zamanki gibi temas ettikleri ilkelerden uzak, hukuki bağlamlarından kopuk, hatta aykırı olarak düzenlenmiştir. Doğurduğu sonuç ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin giderek hukuktan uzaklaşması, baskıcı ve otoriter, denetimden azade bir tek adam rejimine sürüklenmesi olmuştur. Daha doğru deyişle, devlet, kuvvetler ayrılığına dayalı bir hukuk devleti olmaktan çıkarılıp kuralları reisin koyduğu bir kabile devletine dönüştürülmektedir. Bu giriş 15 Temmuz sonrasında Türkiye’nin hukuk alanında geldiği yerin kısa bir özetidir.

696 Sayılı OHAL KHK’si, 694 Sayılı OHAL KHK’si çıkarıldığında “bu kadar da olmaz” diyenleri yanıltan bir KHK oldu. Aslında siyasi iktidar, çıkardığı OHAL KHK’leri ile hukuk zemininde düşünen, hukuka aykırı bazı şeylerin olabileceğini, ancak bu hukuksuzlukların yargı kararlarıyla giderilebileceğini düşünenlerin “hukuku yoklaştıran bazı şeylerin” de yapılabileceğini öğrenmesine vesile oldu.

15 Temmuz Darbe Girişimi’nin hemen sonrasında adil yargılanma hakkının, masumiyet karinesi ilkesinin, lekelenmeme hakkının ihlalini doğuran çok sayıda OHAL KHK’si çıkarıldı. Anayasal kurumların yapıları değiştirildi, devletin yapı taşlarıyla oynandı. KHK’ler ile değiştirilen hükümler yeniden değiştirildi. Kısacası OHAL ilanına gerekçe yapılan olaylarla hiçbir ilişiği dahi olmayan konular dahil her konuda yasalar ile yapılması gereken düzenlemelerin, değişikliklerin hepsi yapıldı; yasama bypass edildi, KHK düzenlemelerinin yapılmasında anayasal ve yasal tüm sınırlar aşıldı. Kış lastiği, evlilik programları düzenlemesi dahi yapıldı.

16 Nisan Referandumu ile yapılan Anayasa değişiklikleri henüz yürürlüğe girmemekle beraber, TBMM tarafından uyum yasaları ile yapılması gereken değişikliklerin çoğunluğu 694 Sayılı OHAL KHK’si ile gerçekleştirildi. MİT dahil her şey Cumhurbaşkanı’na bağlandı. Cumhurbaşkanı’na bağlı Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu oluşturuldu, istihbaratın burada toplanması sağlandı. Hastaneler ile ilgili düzenlemeler yapıldı. Mahkemelerin yetkisinden tutuğun avukatlık ücretine, sanık savunmasından tanık dinlenmesine kadar adil yargılanma hakkının ihlali sonucunu doğuracak ve her biri ileride AİHM’den tazminat olarak geri dönecek düzenlemeler yapılmasından vazgeçilmedi.

OHAL’in ilan edildiği 21 Temmuz 2016 tarihinden bugüne 30 OHAL KHK’si çıkarıldı. Her birinde eleştirilecek şeyler vardı ve bu şeyler her yeni KHK’de daha da çoğaldı ve 696 Sayılı KHK’de kendi rekorunu kırdı, tepe noktasına ulaştı.

İlk olarak 667 Sayılı OHAL KHK’sinin 9. maddesinde yapılan “Bu Kanun Hükmünde Kararname kapsamında karar alan ve görevleri yerine getiren kişilerin bu görevleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmaz,” düzenlemesinin 08.11.2016 tarih 6755 Sayılı Yasanın 37. maddesi ile değiştirilerek “15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında karar alan, karar veya tedbirleri icra eden, her türlü adli ve idari önlemler kapsamında görev alan kişiler ile olağanüstü hal süresince yayımlanan kanun hükmünde kararnameler kapsamında karar alan ve görevleri yerine getiren kişilerin bu karar, görev ve fiilleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmaz ” haline getirilerek sorumsuzluk kapsamının genişletilmesinin ardından ikinci fıkra olarak “Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler hakkında da birinci fıkra uygulanır,” cümlesi eklenmiştir.

Bu düzenleme hiç kuşkusuz Anayasa’ya aykırıdır ve af niteliğindedir, bir cezasızlık öngörmektedir. Diğer yandan paramiliter iktidar güçlerine meşruluk kazandırmayı amaçlayan iktidarın terör eylemi olarak nitelediği muhalif eylemleri hükümet dışı güçler ile bastırmayı, susturmayı, güç kullanma tekeline sahip devleti ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Zira “bunların devamı niteliğindeki eylemlerin” ifadesi bu amacı belirtmektedir. En acı kısmı ise yasaların genel, soyut ve objektif olma özelliklerinin ortadan kaldırılması, yasanın yorumlanmasının iktidar partisine mensup milletvekilleri veya yürütme organının üyeleri bakanlara bırakılması, buradan medet umulması halidir. Başbakan’ın Suudi Arabistan yolunda yaptığı “ne yazıyorsa odur” mealindeki açıklama ise hükümetten demokrasi ve barış bağlamında bütün umutları, hayal bile olsa beklentileri bitirmiştir.

Siyasi iktidar 15 Temmuz’dan bu yana hukuk ve yargıya dair yaptığı düzenlemeleri, önceki tasarruflarına uygun bir final ile taçlandırmış, 696 Sayılı KHK’nin 98. maddesi ile Ceza Muhakemesi Kanunun 280/1-d maddesinde yaptığı değişiklik neticesinde ilk derece mahkemesi kararının “Hükmün 230 uncu madde gereğince gerekçeyi içermemesi ve hüküm için önemli olan hususlarda mahkeme kararı ile savunma hakkının sınırlandırılmış olması” gibi adil yargılanma hakkının iki önemli unsurunu hukuka aykırı hal olmaktan çıkarmıştır.

CMK’nin 209 ve 282. Maddeleri’nde savunmaya taalluk eden delil ve belgelerin okunması koşulunun anlatılır şeklinde değiştirilmesi, yine CMK’nin 299. maddesindeki sanığın veya katılanın talebi üzerine Yargıtay’ın temyiz incelemesini duruşmalı yapma zorunluluğunun keyfiyete dönüştürülmesi adil yargılanma hakkının ağır bir ihlalidir.

CMK’nin 188. Maddesi’nin 1. Fıkrası sanığın müdafiliği bakımından ilk hali “Kanunun zorunlu müdafiliği kabul ettiği hallerde müdafiin hazır bulunması şarttır,” iken, 3/10/2016 tarih 676 sayılı KHK ile “Müdafiin mazeretsiz olarak duruşmayı terk etmesi halinde duruşmaya devam edilebilir,” cümlesi eklenmiş, 696 Sayılı KHK ile ise “mazeretsiz olarak gelmemesi” hali de cümleye ilave edilerek adil yargılanma hakkı bir kez daha ihlal edilmiştir. Bu değişiklikler de bize siyasi iktidarın hukuka bakışındaki olumsuz evrilmeyi açıkça göstermektedir.

Siyasi iktidarın son bir yıldaki hukuka yaklaşımını göstermesi bakımından başka bir örnek ise 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında yapılan değişiklikler ile tutukluların yargıç güvencesinin ortadan kaldırılması, 12 Eylül 1980 hukukunun çok tartışılan, masumiyet karinesi ilkesine, insan onuruna ters düşen, işkence niteliğindeki kişiliksizleştirmeyi hedefleyen tek tip giysilerin bazı suçlar bakımından geri getirilmesi, giymeyenlerin cezalandırılmaları cihetine gidilmesidir. Hiç kuşkusuz bazı suçlar için, hatta suçları da ayrıştırarak renk ayrımı da gözetilerek getirilen tek tip giysi uygulaması yukarıda sayılanlar dışında eşitlik ilkesine aykırı olduğu gibi esasen bir intikam da içermektedir. Oysa modern hukuk devletlerinde cezalandırma ve infazı süreci intikam saiki güdemez. Tutukluların tutukluluk hallerinin, hükümlülerin cezasının infazı yargıç denetiminde olmalıdır ve 5275 Sayılı Yasa da bu nedenle ihdas edilmiştir. Aksi hal keyfilik sonucunu doğurur ki siyasi iktidar yaptığı düzenlemeler ile bu yolu tercih ettiğini açıkça ifade etmiştir. Bu keyfiyet, tek tip giysi deneyimine ve belleğine sahip sol-sosyalist-sosyal demokrat kitlenin aklına 2000 yılının hayata dönüş operasyonunu getirmektedir ve bu anımsama ve tepkiler de kamuoyunda yerini almaktadır. Dolayısıyla, aslında siyasi iktidarın bir FETÖ hesaplaşmasından çok gerçek muhalif olarak gördüğü sol-sosyalist-sosyal demokrat değerlerle bir hesaplaşma içinde gayreti içinde olduğu ve her vesileyle bu bakış ve eylemli halini açığa vurduğu, dile getirdiği görülmektedir.

Siyasi iktidarın 12 Eylül 2010 anayasa değişikliğinden bu yana yargının yapılanmasına ilişkin düzenlemeleri ise trajikomik olmaktan daha kötü durumdadır. FETÖ ile işbirliği yaptığı HSYK seçiminin ardından 2011 yılında Yargıtay ve Danıştay’ın iş yükünün fazla olduğundan bahisle üye sayıları artırılmış, 2014 yılında kendilerinin ülkücü ve sosyal demokrat olduklarını söyleyen bir grup ile Yargıda Birlik Platformu adı altında yaptıkları ittifak sonucu yine iş yükünün arttığı, üye sayısının yeterli olmadığı gerekçesiyle üye ve daire sayıları yeniden artırılmış, 2016 yılında BAM ve BİM’ler kurularak yargının hızlanacağı vaat edilmiş, bu kez Yargıtay ve Danıştay’ın üye ve daire sayılarında indirime gidilmiş, 2017 yılı sonunda ise Yargıtay’a 100, Danıştay’a 16 üye kadrosu verilmiş, Daire sayısının azaltılması için öngörülen üç yıllık süre altı yıla çıkarılmıştır. Bu yapılanlar aslında yapanı dahi güldürecek komiklikte, bir o kadar da utancından el içine çıkmasını engelleyecek mahiyettedir.
Fakat asıl mesele ya da kurnazlık 696 Sayılı KHK ile Danıştay ve Yargıtay üyeliğine seçilebilmek için yargıç ya da savcı olarak on yedi yıl görev yapmış olmak koşulunun kaldırılmasıdır (Bu sınır daha önce yirmi yıl iken yine siyasi iktidar tarafından sonradan on yedi yıla indirilmiştir ki yirmi yıl da bu iktidarın koyduğu bir koşuldur). Böylece iktidar partisinin il ve ilçe teşkilatlarında görev yapmış avukatların içinden mesleğe alınan kişilerin Danıştay ve Yargıtay’a üye seçilmesinin önü açılmıştır.

Yakın zaman içinde bu öngörünün sınanması mümkün olacaktır. Siyasi iktidarın son yıllarının yargı alanında yaptıklarının muhasebesini çıkarmak bakımından Seçim Yasası’nda bir partiden aday olmak için meslekten ayrılan yargıç ve savcıların bir daha mesleğe dönemeyeceklerinin hüküm altına alınması, ayrıca bir partiye üye olan yargıç ve savcının meslekten çıkarılacağının belirtilmiş olmasına karşın AKP il ve ilçe teşkilatlarında görev yapan avukatların mesleğe alındıklarını tespit etmek yerinde olacaktır.

Son olarak 696 sayılı OHAL KHK’si ile Yargıtay ve Danıştay üyelerine tedavi giderlerinin karşılanması bakımından milletvekilleri eşit statü tanındığına değinmekle yetinelim ve takdiri ayrıştıkları diğer yargıç ve savcılar ile kendilerine bırakalım. Zira bizim bu düzenlemeye siyasi iktidarın Yüksek Yargıya rüşvetidir demek aklımızdan geçmez.

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu bakımından bir değerlendirme yapmak icap ederse siyasi iktidarı kullanan AKP’nin 12 Eylül 2010 tarihli Anayasa değişikliği ile yapısını değiştirdiği HSYK’nin 16 Nisan 2017 Referandumu ile onaylanan Anayasa değişikliği ile yeniden yapılandırdığını, ama bu kez yükseğini aldığını ve tamamen tek adam iradesine bağladığını söylemek gerekir.

2016 yılında Türkiye’de ilk defa, Dünya’da Sırbistan dışında örneği olmayacak şekilde, Anayasa’daki yargıçların azledilmezliği kuralına rağmen yasa ile Yargıtay ve Danıştay üyelerinin işlerine son verilmesi, mevcut siyasi iktidarın hanesine yazılması gereken demokrasi karşıtı bir eylem olarak tarihte yerini almıştır.

Yukarıda açıklandığı üzere çelişkiler içerir şekilde yapılan değişikler için ortak bir cümle kurulacak olursa, siyasi iktidarın iktidarını sürdürme pahasına duyduğu ihtiyaca göre gerek yargılama hukukuna gerekse yargının yapısına dair değişiklikleri yapmakta, işin esasına taalluk eden yasaları değiştirmekte bir abes görmediğidir.


Sonuç olarak siyasi iktidar, esasen kendinden olan ortakları tarafından kandırıldığını söyleyip onları bir çete olarak ilan etse de, binlerce insanı bu nedenle işinden edip medeni ölüme terk etse de, bu bir merhametsizlik ve kendisini kötünün üstünden iyi gösterme ve bu şekilde yolsuzlukların üstünü örtme ve meşrulaşma gayretidir. Asıl hedefi ise hukukun üstünlüğüne dayalı, hak, emek, eşitlik ve özgürlük temelli laik Cumhuriyet ile hesaplaşmaktır. Nitekim OHAL ile hiçbir ilgilerinin olmadığını gayet iyi bilmesine karşın barış imzacısı akademisyenleri, insan hakları savunucularını, Gülen Cemaati’nin ilk teşhircilerini, adalet ve özgürlük talepçilerini, avukatlarını cezalandırma isteği de buradan gelmektedir.