Çocukken Ankara’dan İstanbul’a gitmek için meşhur mavi trene binerdik. Tren, büyülü bir serüven duygusu yaratırdı bende. Demiryolu memurlarının keskin bakışlarının arasında telaşlı bir koşuşturma içindeki insanlar, nice ayrılıklar, nice kavuşmalar… Vagon pencerelerinin önünü saran satıcıların sesleri… Bilet kontrolörünü beklerken uyuyakalmak. Sabahın ilk ışıkları vururken İzmit’te gözünü açmak ve denizi görmek. Bu arada mola veren trenin etrafını saran pişmaniye satıcılarına gülümsemek. Sonra ver elini Haydarpaşa. Sanırım on bir - on iki yaşlarındaydım, Sabahattin Ali’nin “Ayran”ını okuduğumda. “Ayran” öyküsündeki Hasan, her yıl memeleri biraz daha kuruyan yaşlı keçisinden sağdığı sütle yoğurt yapar, yoğurtla da ayran. Onun küçücük dünyası, istasyonda ayran satmak ve aç kardeşlerini doyurmaktan ibarettir. Sıcak yaz günlerinde bol bol ayran satar Hasan. Ama kışın kara ayazında herkes yüz çevirir ona. Bir gün sattığı iki maşrapa ayranın parasını alamadan tren kalkar. Yürüyen trenden bağırır bir adam: “Hakkını helal et!” Böylece beş parasız kalakalır ortada. Tipi bastırır. Hasan, karanlığa kalma pahasına akşam trenini bekler. Ancak trenin pencereleri açılmaz. Gecenin bastıran karanlığında kurt ulumaları arasında direnmeye çalışan çocuğun trajik sonu bellidir. Bir süre sonra aç kurtlar etrafını sarar. Evde onu bekleyen kardeşlerini de… Sonra hiç sevemedim trenleri. Ne zaman bu öyküyü hatırlasam gözlerimden akan yaşlara engel olamadım.

İki gün önce, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’ydı. Bugün Türkiye’de TÜİK verilerine göre iki milyondan fazla çocuk işçi çalışıyor. Her on çocuktan sekizinin iş güvencesi yok. Kayıt dışılar. Hatırlatmak istedim.

Ceyhun Atuf Kansu, şiire yeni sarıldığı dönemlerde, Turhal’a tayin olur. O günleri yakın dostu Talip Apaydın şöyle anlatır: “1948’de mektuplaşmaya başlamıştık Ceyhun’la. Bana yazdığı bir mektupta yirmi sekiz çocuğun kızamıktan öldüğünü, doktor bulunamadığını yana yakıla anlatmıştı. Sonra ünlü “Kızamık Ağıdı” şiirini yazdı.” Çocuk doktorudur Kansu. Küçücük bedenlerin ölümü karşısında çaresizdir. Sonradan şiir evrenimizin en kıymetlilerinden “Kızamık Ağıdı”nda şöyle seslenir bize: “Habersiz hepsi kızamıktan ve ölümden / Kirli yüzlerinde açan ölümden habersiz / Ve düşmüş bir gül oluyorlar birden / Bebekler ölüyor, ölümden habersiz…”

Yine TÜİK verilerine göre çocukların; yüzde 12.9’u aşırı sıcak/soğuk ya da aşırı nemli/nemsiz ortamda, yüzde 10.8’i kimyasal madde, toz duman veya zararlı gazlara maruz kalarak çalışıyor. Yüzde 6.4’ü kaza riski ile karşı karşıya… Yine çalışan çocukların yüzde 1.3’ü çalıştığı yerde yaralanıyor yahut sakatlanıyor. Hatırlatmak istedim.

Orhan Kemal’in “Çikolata” öyküsü… Bir şekerci vitrini önünde üç çocuk… Abla –kardeş ile yoğurtçunun kızı… Abla, berbere götürdüğü kardeşine çikolata almayı teklif eder. Yoğurtçunun kızı daha önce hiç çikolata tatmamıştır. Buna rağmen onları tahrik eder. Abla kardeş, kızın karşısında inatla yer çikolatayı. Sonra da kağıdını atıp gider. Yoğurtçunun kızı ilk önce ayağında top yapar kağıdı. Adeta çevresine yeni çikolata yemiş gibi caka satmak niyetindedir. Bir an durur, kağıdı açar. Kalan çikolatayı yalar… “Yaladı… yaladı…” diye bititir Orhan Kemal öyküyü.

2018 yılında en az 48 çocuk iş kazasında can verdi. Belki bir çikolata bile yiyemeden… hayatı tanımadan… (2019 verisine ulaşamadım.) Hatırlatmak istedim.

Ankara’da Samanlıkbağları Sağlık Ocağı’nda yoksul hastalara bakar Behçet Aysan. Ve bir ağacın altına oturup şu dizeleri yazar: “On beş yıl sonra / o yalnız nar ağacının dibinde / oturup düşündüm bunları / saçlarımıza aklar düşüren zor günleri / kenar mahalleleri / bebek ölüm hızını / çocuk işçileri / biliyorum bir gün / bir başka nar ağacının dibinde / bir başka çocuklar /yine Türkiye’yi konuşacaklar.”

Çünkü Cumhuriyet, gerici zihniyetin elinde yarım kalmaya mahkûm edilmiş, büyük bir devrim projesidir.