Kalksaydık, kolkola girip, sanki rıhtıma, bizi bekleyen Sokaktaki Adam gemisine gider gibi, hafif hülyalı, ufaktan dalgalı iki denizci gibi enine çizgili yürüseydik, Galata’nın adı çıkmış sokaklarından inip…

Yarım bayram

Arifenin Türkçesi de sevinci de ‘yarın bayram’ olmalı. Benim içinse 17-18 yaşımdan beri ‘yarım bayram’. Çocukluğumun, ilkgençliğimin yarısını bir arife gününde yitirdim çünkü. Sonra, çok sonra o günü yeniden düşledim. O olmayası günü, olmadığım günü, onmadığım günü.

Dedim ki ilk maaşını aldığın gün, rüzgar gibi fırlayıp eve koşturacağın yerde... Hepimizin ortak kitabı olan Sokaktaki Adam’ın serüvenci ruhundan, Zenciler Birbirine Benzemez’in bohem duygusundan biraz alıp Tünel’e atlayıp Beyoğlu’na çıksaydın. Cebinde Şirket-i Hayriye’den aldığın ilk maaş, onu hem çalınmasın hem kaybolmasın hem de ne bileyim soğumasın filan diye usul usul okşayarak Pasaj’a gelseydin! Sen geldiğinde keşke ben de Pasaj’da olsaydım, Balıkpazarı’ndan girince hemen soldaki yüksek tabureli meyhaneye otursaydık, yani ben seni orada bekliyor olsaydım, sen o incecik çizgi gibi gülümsemenle, ‘ee biz de bugüne bugün kendi paramızla içiyoruz!’ gibi bir şey deseydin, böyle bir cümleyi gülümsetmiş olmanın keyfiyle, sonra da öyle demezdin, diyemezdin, ben de, çünkü kendimden bilirim seni ve senin de beni kendin gibi bildiğini, ama düş bu ya, ‘çek dostum iki Arjantin, yanında buzlu badem, tuzlu fıstık’ diye seslenseydin, o biralar senin mahcubiyetinden, ince, pembe ve çizgili, kızarsaydı, ısınsaydı, bardaklar terleseydi, şimdi ismini anmak cismini görmek istemesek de şiirleri gençlik, devrim, aşk ve varoluştan arkadaşımız olan şairin “neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı/karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak” iyiliği, yakınlığı içinde, gençliğimizi yudumlamaya başlasaydık. İlk yudumlarını birlikte alsaydık gençliğimizin.

Yarım Fransızcamızla çevirdiğimiz Baudelaire, Rimbaud şiirlerinden dizeler yuvarlasaydık Arjantin biralarımızın yanında. Sonra Cahit Sıtkı çevirisiyle sevdiğimiz “Balkon” şiirinin son dizelerini birlikte söyleseydik: “Güneşler ki en derin denizlerde yıkanır/O yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler”. Tam o sırada olur a, Edip Cansever’e benzeyen bir adam gelip bir votka isteseydi, yalnız bir votka, Edip Bey Votkası, olmaz mı, Arnavutlar’ın İskender Bey Konyağı’nı hatırla diyecektim ki tam sana, sonra vazgeçtim. Adamın yanına o meyhanenin unutulmaz şef garsonu Entelektüel Cavit gelseydi, konuşmaya başlasalardı, o zaman ‘kesin’ deseydik, ‘kesin Edip Cansever’. Adam siyah gözlüklerini hiç çıkarmadan votkasını içerken, Madam Anahit gelseydi, yorgun bacaklarını sürükleyerek yorgun sesiyle uzak şarkıları yakına çağırsaydı, bir ‘anılar müzesi’ gibi gezdirdiği akordiyonu da geçmiş zamanlara, acılara, sevgilere açılıp kapansaydı. “Şimdi uzaklardasın” şarkısını istemezdik Madam Anahit’ten, çünkü o ‘uzak’larda kimsemiz yoktu henüz ve olmadığı için de öyle bir şarkımız da yoktu. “Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime/titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime” şarkısına da daha çok vakit vardı ama, sözleri hoşumuza gittiği için isteyebilirdik...

Sonra Edip Bey sandığımız adam geldiği gibi hızla kalkar ve aklında “mavi bir suyun düşünü uyutur bir tayfa” dizesiyle giderdi. O gidince kısa bir saygı duruşu olurdu elbette sessizlik biçiminde. Leyla Erbil’den konuşurduk, onun yakınlarda ikimizin de okuduğu Tuhaf Bir Kadın kitabından. O kitabı çok sevdiğini bilirdim ve ikimiz de daha 1 yıl önce Parasız Yatılı’sıyla edebiyatımızda olay yaratan Füruzan sevgimizi paylaşırdık bir de. Göçmenmiş derdin, öyküleri hep Meriç, Edirne. Sen de bir Boşnak kızını severdin. O da bizim gibi okumayı, edebiyatı, şiiri çok seven bir kızdı Pendik’ten, bizi tanıştıracaktın bir gün. En yakın arkadaşımdın ya, daha orta 1’de herkes ingilizce sınıfına yazılırken, biz edebiyatçı olacağız diye Fransızca sınıfına yazılan iki aklıevvel değil miydik, belki de sevdiğin kızı az da olsa kıskanırdım.

Sigaraya da fena dadanmış olurduk, sigara da kuru kuru gitmez ki, birer Arjantin daha mı, olur da, hani bugün Arife, yarın bayram erken kalkmak gerek, tamam bir tane alalım paylaşalım, oh, can olsun! Küçük şiirlerin vardı, şiir işte yazıda durduğu gibi akılda durmuyor ki, ben öykücü olacaktım, olacaktım da, anlatılabilecek gibi öyküler yazmıyordum ki, ancak okuyunca...

Kalksaydık, kolkola girip, sanki rıhtıma, bizi bekleyen Sokaktaki Adam gemisine gider gibi, hafif hülyalı, ufaktan dalgalı iki denizci gibi enine çizgili yürüseydik, Galata’nın adı çıkmış sokaklarından inip, Karaköy iskelesinde Kadıköy vapuruna yetişseydik, Haydarpaşa’da inseydik. Gar Lokantası açık, birer tek atalım diye teklif benden gelseydi, sen ‘tamam be dostum, atın ölümü...” diye ince bir kahkahanın başlangıcını yapıp, devamını da birer tek attıktan sonra tamamlasaydın. Eski gar, eski tren, eski rakı, eski iyilik ve eski bir şehir. O tren beni Eskişehir’e evime götürseydi, sen de Pendik İstasyonu’nda inseydin, annene, iki küçük kızkardeşine ve baban marangoz ustası Mehmet Amcaya çok çok selam söyleyip bayramlarını kutlasaydım, uzun uzun, ip gibi sarılsaydık, gözyaşı gibi dökülseydik birbirimize.

Belki de böyle olmazdı bu düşün sonu, belki Haydarpaşa Gar Lokantası’nda attığımız tekleri, vagon restoranda yakalar, içe içe kendimizi Eskişehir’de bulurduk. Sabaha karşı Panait Istrati’nin, hani o kitaplarını döne döne okuduğumuz, romanından çekilen Kodin filmini Asri Sinema’da beraber izlediğimiz adamın romanından bir sabaha karşı Eskişehir’e düşmüş iki yeniyetme, iki çiçeği burnunda, iki heveskar, iki arkadaş olarak çocukluk evlerimize, bayramlara giderdik. Babaannelere, dedelere, anneannelere gider, sonra da düş bu ya büyüyüp giderdik...

Sen ne yaptın peki? Arife günü ilk maaşını almanın sevinciyle, koşa koşa banliyö trenlerine bindin,

koşa koşa indin, sağ gözün sanki açılmış gibi bıraktın kendini tren yoluna. Çok kırıldın. Üçüncü gün haberin geldi Eskişehir’e, ben parçalandım, içimde ne varsa kırıldı, gözümde ne varsa dondu kaldı. Sen beni yarım bıraktın, arkadaşlığı yarım bıraktın, ben de senin şiirin yarım kalmasın diye şiir yazmaya başladım.

41 yıl olmuş, keşke orada olsaydım, keşke burada olsaydın canım arkadaşım Şahin!