Cem Karaca şarkılarında hep bir umut var; onu sevme sebebimiz. Buradaki umut, biraz örselenmiş bir şekilde “Güncel”de de karşımıza çıkıyor: “Kavgada yumruk aranmaz ancak gül değil bombadır attıkları /
Gün olur devran değişir elbet bir bir sorulur yaptıkları…”

Yarın, ellerimizde!

Cem Karaca, grubu Edirdahan’la birlikte, 1979 yılının Ocak ayında Londra’da iki konser verdi. Bu konserlere, “Güncel” adını verdiği şarkısıyla başladı. İlk dizelerinde vuruyordu bu “yeni” şarkı: “Hangi sabah dostlar kalkınca gazetede / Ölmemiş bir yiğit okuyacağız?” Soru yerinde ve doğruydu zira o yıllarda her yerde bombalar patlıyor, üniversitelerde taşlı sopalı kavgalar yapılıyor, kahvehaneler taranıyor, insanlar pusu kurularak öldürülüyordu. Memleket, “solcu” ve “sağcı” olarak ikiye ayrılmıştı. Sağcıların kontrolünde olan mahallelere solcular giremiyordu, giren çıkamıyordu; tersi de geçerliydi elbette bunun… Tarihin tozlu sayfalarında kalmasını istediğimiz, acıyla hatırlayacağımız kötü günlerdi bunlar. Yazık ki orada kalmadı. Bugün, en az bunun kadar beter bir ayrılık yaşıyoruz. Yine ikiye bölündü memleket. Değişik şekillerde üstelik… Kimi Türk – Kürt diye ayırıyor insanları, kimi dindar – dinsiz. Üstelik en tepeden yapılıyor bu ayrım. Her fırsatta “herkesin” cumhurbaşkanı olacağını söyleyen, AKP dışındaki partilerin mensuplarıyla görüşmüyor, karşılaştığında tokalaşmıyor, kendine yakın muhtarları toplayıp hamasî nutuklar atıyor ve onlardan aldığı alkışla büyüyor, büyüyor. Kendine yakın gazeteleri okuyor, sevmediklerini kapattırıyor ve röportajlarında bile, sorularıyla kendisini terletecek gazetecilerin değil, çanak sorularla övünmesine yol açacak “gazeteci”lerin karşısına çıkıyor. “Saray”ında yalnız ve herkesten uzak yaşarken “halkın cumhurbaşkanıyım” diyor. Oysa halk, sokakta ölüyor: Cizre’de, Sur’da, Lice’de, sayamayacağımız kadar çok yerde insanlar sokağa çıkamıyor ve evleri tank mermileriyle yıkılıyor. Sokağa çıkmasına izin verilmeyen, evinde öldürülüyor. Doğuda, güneydoğuda durum bu. Batıda durum farklı değil: Başkentin göbeğinde, beş ay içinde patlayan üçüncü bomba, (resmî rakamlarla) 37 insanın canını aldı. Ölenler, arkadaşlarımızdı. Hepimizin kullandığı durakta patladı bomba. En yakın arkadaşlarımdan biri, “on dakika önce oradan geçtim, bir önceki kırmızı ışığa takılsaydım bugün ben de yoktum” dedi bana. Bir başka arkadaşım, derslerine giren iki çocuğu iki ayrı saldırıda kaybetmenin acısını anlattı bana. Anlatamadı ya da. Anlatılamıyor çünkü bazı şeyler…

Yazının başında andığım şarkı, şöyle devam ediyor: “Masum halkımızdır boyuna can veren / İşçisi, köylüsü, öğrencisi, aydını insanların…” Bugünden ne farkı var? “Saray”ında oturan savaş ilan ediyor, kendisi ve arkadaşları dışında herkes ölüyor. Ailesi derseniz, uzakta, koruma altında. Ülkenin merkezinde bomba patlıyor, yapılan açıklamalar hep aynı: “Üzgünüz, kınıyoruz, lanetliyoruz…” Sonrasında da şu geliyor: “Bu saldırı hepimize yapıldı / terörle bizi dize getiremeyecekler / kararlıyız.” Ezberden okunan metinler, artık kanıksanmış mesajlar ve iki kınamayla geçiştirilen ölümler... Bir sonraki bombaya kadar bu böyle sürüyor. Yukarıdakileri dinlerseniz, ülke şahane. Biraz olsun çevrenize bakarsanız, ne kadar fena durumda olduğumuzu görürsünüz ama. Görüyoruz. Bu bizi anlık bir umutsuzluğa sevk ediyor belki ama inadına yaşıyoruz, direniyoruz.


Cem Karaca şarkılarında hep bir umut var; onu sevme sebebimiz… “Mutlaka Yavrum”u hatırlayalım: “Biz görmedik sen görürsün yavrum / Didişmeden geçen bir gün mutlaka / Yalansız dolansız bir dünyayı / Kuramadık kurarsınız mutlaka…” Buradaki umut, biraz örselenmiş bir şekilde “Güncel”de de karşımıza çıkıyor: “Kavgada yumruk aranmaz ancak gül değil bombadır attıkları / Gün olur devran değişir elbet bir bir sorulur yaptıkları…”

Şüphesiz böyle kalmayacak, bir gün sahiden bugünün hesabı sorulacak. O güne varabilmek için ayakta kalmamız, dik durmamız, boyun eğmememiz gerekiyor. Çetin Altan’ın deyimiyle, enseyi karartmadan ilerlemeliyiz. Geriye attığımız her adım, ömrümüzden yiyor. Patlayan bombaların kime hizmet ettiğini herkes çok iyi biliyor ama şimdilik bir adım atılamıyor. Elbet atılacak o adım ve elbet Cem Karaca’nın hayalini kurduğu “daha mutlu Türkiyem”i göreceğiz. Mutlaka.

“Güncel”i dinlemeye devam edelim: “Taş, sopa, zincir, bomba, tabanca /Vurun arkamızdan itçe, kancıkça / Biliyoruz ancak arkanızda kim var…” Yapılan bu. Haysiyetsizce öldürülüyor insanlar: İşinden evine gitmek üzere servise binmişken, ailesine yük olmamak için gittiği özel dersten dönerken, durakta otobüs beklerken, barış talebini haykırmak için alanda toplanmışken ya da evinde, sokağa çıkamazken… Ölen her insan, yüreğimizde bir taş, boğazımızda bir yumru. Bunun için “barış” talebimizi ısrarla dile getiriyoruz ama olmuyor. Barış isteyen, tutuklanıyor. Barış, savaş isteyenin, savaştan beslenenin, savaşı körükleyerek kendini düze çıkarmaya çalışanın işine yaramıyor çünkü. Yazık ki insanların bir kısmı, onun istediği şekilde algılıyor olayı ve bir hataya düşerek yanındakine/yakınındakine saldırıyor. Oysa oklar aynı hedefe yönelse, ülke düze çıkacak. Kötü günler göreceğiz, evet ama sonrası güzel olacak.

Tam bu noktada, 1979 tarihli yayımlanmamış Cem Karaca şarkısı “Güncel”in son dizelerine odaklanalım: “Dur be yeter be artık demenin / Zamanı geldi, geçti de gidiyor / Edirne’den Ardahan’a kadar / 45 milyon bunu istiyor.” Bugün Türkiye’nin nüfusu 80 milyona yaklaşıyor. Değişen tek şey bu. İnsanlar, Edirne’den Ardahan’a kadar –ki bir ayrıntının altını çizeyim burada: Cem Karaca’nın grubu Edirdahan, adını bu deyimden alıyor– hâlâ barış istiyor. Bunu dile getirmenin suç sayıldığı bir ortamda bu talep çok daha değerli. 12 Eylül –ki yargıladıklarını söylüyorlar– Barış Derneği’ni kuranları yargılamış, tutuklamıştı. Bugün, barış isteyen akademisyenler yargılanıyor, tutuklanıyor. Belli ki daha beterlerini de göreceğiz ama bu, talebimizi ısrarla dile getirmenin önünde bir engel değil.
Son sözü, Cem Karaca söylesin: “Yarın senin ellerinde, güzel kur.”