Günlük hayat (daily life) ve gündelik yaşam (everyday life), aslında birbirinden farklı iki kavram. İlki basitçe her sabah uyandığımız andan gece uyuduğumuz ana kadar yaptıklarımızı ifade ederken, ikincisi, niçin her sabah belli bir saatte uyanmamız, dişlerimizi neyle fırçalamamız, kahvaltıda neler yememiz, hangi ürünleri neden satın almamız, nasıl eğlenmemiz gerektiğinin tümüyle rasyonel bir çözümlemeyle açıklanabileceği bir ideolojik durumu tanımlıyor. Günlük hayat bundan 20 bin yıl önce de vardı, yaşanıyordu. Ama gündelik yaşam Sanayi Devrimi’yle, Taylorist üretim bandında sıralanan işçilerin ortaya çıkışıyla belirdi. Başta Henri Lefebvre’ınkiler olmak üzere, Gündelik Yaşam Sosyolojisi çalışmaları bu yüzden önemlidir.

Gündelik yaşam, bunun aslında günlük hayattan farklı bir şey olduğunu ayırt etmemizi engellemeye yönelik mekanizmaları da içerecek biçimde kurulmuştur. Tüketim kültürü, gönüllü kölelik, rıza imalatı gibi kavramlar üstünden tartışılabilecek bu kültürel ideoloji sayesinde döner her şey.

Gündelik yaşamın, ideolojik sürekliliği sağlamak ve iktidarın sorgulanmasını engellemek gibi işlevlere sahip uygulamalarına kabaca ‘ertesi güne hazırlanma mekanizmaları’ diyoruz. Bir ay tatil yapmak için 11 ay çalışmak, refah olgusunu cep telefonuna indirgemek, sömürenleri ısrarla baş tacı etmek gibi tuhaflıkları normalleştirerek kabullenmemizi sağlayan bu mekanizmalar, futbol kulübü taraftarlığından televizyon dizisi müptelalığına, kahvehane/meyhane masalarında sohbet ederek ülke kurtarmaktan iki slogan atıp rahatlamaya kadar epey geniş bir yelpazede işler.

Bugün ne kadar çile çekersek çekelim, aynısını yaşamak üzere yarın da evden çıkmamızı sağlayan bu mekanizmaların 2500 yıllık sağlam kuramsal kökleri de var: “Tiyatroda iki türlü dinleyici vardır: Biri iyi eğitilmiş soylu baylardan oluşur, ötekiyse aşağı uğraşları olan kimseler, parayla çalışan işçiler ve benzerleri gibi avam takımından. Bu ikinci sınıfın dinlenmesi için de yarışmalar ve gösteriler düzenlenmelidir. Fakat bunların zihinleri çarpılmış, doğa durumundan uzaklaşmış olduğu için, uyumlarında kuraldan sapmalar ve melodilerinin tonunda do¬ğaya aykırı abartmalar vardır. Her grup, kendi doğasına yakın olandan zevk alır. Onun için, tiyatro yöneticilerinin bu sınıf dinleyicilere çekici gelen müzik türünü kullanmalarına göz yumulmak gerekir.” (Aristoteles, Politika, Çev: Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1975, s.245)

***

Şu otomatik araç yıkama mekânlarından birinde, bir arabanın içindeyiz. Devasa fırçalar arabanın sağını solunu yıkıyor, bu sırada araba mı ilerliyor yoksa fırçalar mı bize doğru geliyor, anlaşılmıyor. Sürücü koltuğunda oturan adam ve yolcu koltuğundaki kadın, hiç konuşmadan, kıpırdamadan, öylece duruyorlar. Arabanın dışında bir şeyler sürekli değişiyor ama içi duruyor. Biz de duruyoruz.

Michael Haneke’nin Der Siebente Kontinent/Yedinci Kıta (1989) adlı filminin açılışında, 184 saniye boyunca bu görüntüyü izleriz. Sinemanın böyle bir gücü var işte; bakışımızı o dikdörtgene sabitler, o sırada kadrajın dışında olup bitenle ilgilenmeyiz. Platon’un mağara benzetmesine uygun biçimde, arkamızdan gelen ışığın karşımızdaki duvara düşürdüğü gölgelere bakarr, gerçek olanla olmayan arasındaki ayrımı bu gölgeler üstünden belirlemeye çalışırız.

Ama Haneke, tüketime dayalı refah toplumu yanılsamasını ve bu yanılsamanın içindeki yerini fark eden bir ailenin trajik isyanını anlattığı Yedinci Kıta’da, duvardaki gölgelere seyirciyi sarsacak eklemeler yapar: Film boyunca, ‘pırıl pırıl’ bir üst-orta sınıf ailenin 1986’dan 1989’a kadar geçen sürede yaşadıklarını görürüz. Her sabah belli bir saatte kalkılır, dişler fırçalanır, kahvaltı yapılıp evden çıkılır, işlere ve okula gidilir, işlerden ve okuldan dönülür, süpermarketten yiyecek-içecek alışverişi yapılır, eve dönülür, televizyon izlenir; ertesi sabaha yeterince hazırlanılmışsa, herkes uykuya dalar.

Haneke bu gündelik yaşamı olabildiğince duygusuz bir görsel estetikle sunar: Uyanan, temizlenen, yiyen, çalışan bu karakterlerin yüzlerini göstermez, böylece onlarla özdeşleşmemiz zorlaşır. Sonradan bir söyleşide bu film hakkında söyleyeceği sözleri görsel düzeyde üretmektedir aslında: “Bu insanlar yaşamıyor, sadece bir şeyler yapıyor ve tekrar yapıyorlar.”

Ardından bu aile, bir tür aydınlanma yaşar ve bu dünyayı terk etmeye karar verir. Bankadaki tüm parayı çeker, arabayı hurdacıya satar, evde yaşadıkları refah ilüzyonunu besleyen her şeyi parçalayıp tüm parayı da tuvalete atarlar. Ama işin kötüsü, imha ettikleri metaların her biri, yaşamak için kullanmadıkları, kullanmak için yaşadıkları şeylerdir; finalde, uğruna yaşayacak bir şeyleri kalmayan ailenin korkunç intiharını izleriz.

Bu bir arınma mıdır (katharsis)? Gündelik yaşam dayatmalarından kurtulmanın yolu bu mudur?

Neyse ki hayır. Bu sadece, eğer beyninizdeki nöron tepkimelerini, kalp ritminizi ve göz hareketlerinizi gündelik yaşam çarkınınkiyle aynı hıza uyarlarsanız olacakların temsilidir. Ve bu haliyle, çarkın dişlilerini söküp kendi beyninize, yüreğinize, bakışınıza uyarlamanın mümkün olup olmayacağını sorgulamanın, yani ertesi güne hazırlanmanın değil de onu yeniden kurmanın ilk adımıdır belki...