Ağaçlara sarılmak için bir nedenimiz daha var artık. Meğer onların içindeymiş binlerce yıldır nedenini aradığımız o boşluğun anahtarları; notaları… Makinelerin uğultuları arasında yitip gittiğini sandığımız yarının şarkısı, rüzgârın ağaçların gövdesindeki halkalara itinayla işlediği notaların içine gizlenmiş meğer.

Yarının kayıp şarkısı

SEMİHA DURAK

Giderken geride bıraktığımız o ülke gibiydi geçmiş. Hep en güzel kokusuyla, en göz alıcı tonuyla ve ağızda dağılan tadıyla anımsadığımız; özlerken kötü anlarını, çirkin yanlarını kendimizden bile sakladığımız, doğduğumuz o ülke. Varlığıyla soru işareti, yokluğuyla bir boşluk gibi içimizde taşıdığımız, geride kaldığını bile bile gittiğimiz her yerde aradığımız o yaralı ve yamalı ev: Memleket.

İngiliz romancı L.P Hartley, anıların şimdiki zaman üzerindeki etkilerini araştıran ‘Go Between (Arabulucu)’ adlı romanının önsözünde, geçmişi doğduğumuz değil de yabancı bir ülkeye benzetir ve “Orada işler başka şekilde yürür” der.

Yerli ya da yabancı, tek kelimelik geçmişi bir ülkeye benzetmek onu sessizce anlatmaya yetmiyor, işleri kolaylaştırmıyordu. Geçmişi düşlerken özlediğimiz aslında geçmişte kalan zamanlar mı yoksa geride bıraktığımız, terk ettiğimiz ve belki de yitirdiğimiz ülkeler mi iyice karışıyor; zamanla mekan birbirine bulanıyor, bu bulanıklık ‘nostalji’ adını alıyordu.

Geçmişe duyulan özlemi tanımlamak için kullanılan nostalji, ‘eve dönüş’ anlamına gelen Yunanca nostos ve ‘acı’ anlamına gelen algos sözcüklerinden geliyor. Nostos kelimesinin yabancısı değiliz. Homeros’un binlerce yıl önce anlattığı destanın; Troya Savaşı'nın ardından eve dönüş yolunu arayan Odysseus'un yolculuğunu izlediğimiz Odysseia’nın ana temasıydı çünkü. Ama bu iki Yunanca sözcüğü birleştirip nostalji kelimesini uydurmak Homeros’un değil, ondan çok uzaklarda bir yerde ve zaman diliminde yaşamış olan Johannes Hofer’in aklına gelmişti.

17'nci yüzyılın İsviçre’sinde bir tıp öğrencisi olan Hofer’in, ülkelerinden uzakta uzun yıllar savaşan askerlerde görülen ve uykusuzluk, kalp çarpıntısı, iştahsızlık gibi belirtilerle karakterize edilen bir hastalığı tanımlamak için icat ettiği terimdi nostalji. Hastaların memleketlerine ait görüntülerin beyinlerindeki sinir kanallarını ve bu kanallardan geçen sıvıların yollarını tıkadığına inanıyor, bunu da hava basıncındaki değişikliklerin beyni etkilemiş olabileceği gerekçesiyle açıklıyordu. Hofer’e göre nostalji, eğer hasta eve dönmezse onun ölümüyle sonuçlanabilecek kadar ciddi bir hastalıktı.

Bir ara unutulan nostaljinin ölümcül bir hastalık olarak görülmekten çıkıp melankolik bir duygu hali olarak yeniden hatırlanması, 19'uncu yüzyıla denk gelir. Aslında bu pek de tesadüf değildir. Fabrika bacalarından yükselen puslu yalnızlıklar ile kapitalist hüzünlerin insanları kapana kıstırıp boğmaya başladığı, modern zamanların çağı gelmiştir artık. İnsan tam olarak neyi kaybettiğinin ve neyi aramakta olduğunun farkında bile olmadan geçer yıllar, sonra yüzyıllar… Vücudunun içine bir organ gibi yapışıp yerleşmiştir artık mutsuzluk. Tarkovsky’nin ‘Nostalji’ filmindeki o şaire benzemektedir modern insan. Sislerin sardığı sokaklarda kayıp bir şarkıyı arayan şairlere benzeriz hepimiz. Oysa sisler değildir bulandıran zamanı, fabrika bacalarından yükselen dumanlardır.

Nostalji kavramını en iyi açıklayan Hofer’e bu kelimeyi kurduran, Homeros’un anlattığı hikayenin kendisidir aslında. Onun içinde gizlidir adına nostalji diyerek binlerce yıldır yerini doldurmaya çalıştığımız boşluk.

Tarihçiler yanlış biliyor. Aslında bitmedi, hala devam ediyor Troya’daki savaş. Ondan öncekiler de. Birbiri ardına eklenerek devam ediyor neden başladığını artık kimsenin hatırlayamadığı savaşlar. Sonunu göremediğimiz bir savaşın içinde, evinin yolunu arayan yaralı bir kahramanın maceralarına benziyor yaşadıklarımız. Binlerce yıldır arıyoruz eve dönüş yolumuzu.

Biraz daha yakından bakıyorum hiç tanımadığım akrabalarımın belki yüzlerce, belki binlerce yıl önce içime işledikleri o yaralı organa; adını koymayı beceremediğim, o tuhaf boşlukla çevrili mutsuzluğuma. “Ne zamandır buradasın?” diye soruyorum yaraya. “Amargi” diye fısıldıyor en uzak akrabalarım olan Sümerler bana. Unutmuşum dillerini. “Özgürlük” diyorlar ben anlamayınca. “Anneye, aslında bir bakıma öze dönüştür Amargi” diye açıklıyorlar sonra. “Tarihte ilk kez biz yazdık özgürlüğü” diyorlar gururla.

Onlar anlatıyor, ben dinliyorum: “Doğanın insana kendini anlamlı bir bütünün uyumlu bir parçası olduğunu hissettiren dinginliğinden, dünyayla aynı anda ve hızda dönmekte olduğunu fark ettiren o yavaşlıktan mahrum kalmaktı aslında insanın kalbini de, aklını da yoran” diyorlar. Her şeyi bilen kahinlere benziyorlar.

Onları dinlerken hiç bilmediğim zamanları, insanlığın en altın çağlarını, aslında hiç yaşamadığım toprakları özlediğimi anlıyorum. Sanki evim oradaymış, yıllardır oraya dönmeyi bekliyormuş gibi özlüyorum. “İnsan hiç bilmediği bir zamanı ya da hiç gitmediği bir mekanı nasıl özler?” diye soruyor şimdiki kuşaklar.

Her neslin kendinden önceki neslin altın çağda yaşadığına inandığını anladığımız ‘Paris’te Bir Gece Yarısı’ filmindeki başkarakterin “Nostalji, acı dolu bir şimdiki zamanın inkarıdır” dediğini hatırlıyorum. Çağlar arasında geçişler yapabilen kahramana göre “Şimdiki zamanla baş etmekte zorlanan insanın romantize ettiği geçmiş, onun hayal gücündeki defodur.”

Aslında defolu falan değil hayalgüçlerimiz. Geçip gitmiş zamanın ardından yas tutup ağlayan siyah giymiş melankolik kadınlar, adamlar da değiliz. Böyleyiz, bu haldeyiz çünkü hiç bir anlamı yok şimdiki zamanın. Saatlerin içinde dönen sayılar anları değil, ölüleri sayıyor artık. Bir yerlerde bir şeyler yanlış gidiyor.

“Zamanın anlamını yitirdiği acı dolu günlerin içinden geçerken nostaljiye yönelmek kaçınılmazdır” diyor bilim insanları. Ama biraz geç kalmışlar bunu söylemekte. Şimdiki zamanın belirsizliği içinde, her şeyin durmuş olduğu yanılsamasına kapılmış, geçmişin kendimize göre seçtiğimiz herhangi bir yerine bakıp nostaljiye kapıldığımızı sanıyorken de yanılıyormuşuz çünkü. İnsanlık nostaljiye alışana, hastalık mıdır, kusur mudur, defo mudur karar verene kadar, birileri çıkmış ona başka bir isim bulmuş bile. “Anemoia” demişler nostaljinin “hiç bilmediğimiz, yaşamadığımız bir yere ya da zaman dilimine dönme özlemi” olarak anladığımız biçimine.

Nostaljiden ayrılıp Anemoia adını alan bu buruk duygu hali, ağaçların gövdesindeki halkalarda güçlü rüzgarların esintisiyle oluşan boşlukları tanımlamak için, botanikteki Anemosis teriminden esinlenerek türetilmiş.

Ağaçlara sarılmak için bir nedenimiz daha var artık. Meğer onların içindeymiş binlerce yıldır nedenini aradığımız o boşluğun anahtarları; notaları. Makinelerin uğultuları arasında yitip gittiğini sandığımız yarının şarkısı, rüzgarın ağaçların gövdesindeki halkalara itinayla işlediği notaların içine gizlenmiş meğer. Bütün o gürültülerden, kirden-pastan, savaştan kaçırıp ağaçların gövdelerine saklamış onu rüzgarlar. Bu yüzden de kaybolmamış özgürlüğün Amargi adındaki şarkısı.

Eğer rüzgar yeniden insana güvenir ve o kayıp şarkının notalarını öğretirse günün birinde, ağaçlar da yarına dönüş yolunu fısıldayacak bize.