Geçtiğimiz günlerin uydu verilerine göre yüksek sıcaklıklar nedeniyle Antarktika’daki Roma büyüklüğündeki Conger buz sahanlığı çöktü. Mart ayında Antartika’nın bazı bölgelerindeki ısının normalden 40 derece yüksek olduğu ifade ediliyor. Kuzey Buz Denizi’nde de durum farklı değil. Isının beklenene göre 30 derece daha yüksek seyrettiği ifade ediliyor. Kuzey ve güney kutuplarının aynı anda erimesini olağan dışı olarak niteleyen iklim bilimcileri, dünyanın her iki kutbunu da rekor ısı dalgaları, deniz buzu seviyelerindeki düşüşler ve iklim krizinin bazı etkilerinin geri döndürülemez olduğu konusunda uyarılarda bulunuyor.

***

Ne yazık ki bu gerçeklikler COP26’lar ya da G7’ler ve benzeri salon toplantıları kadar dikkat çekmiyor, konuşulmuyor. Şüphesiz ki bu bir yanıyla iklim krizini siyasal bir propaganda alanına çevirme peşinde şova indirgeyen hükümetler ile kârını garanti altına almak istedikleri sermaye için tutarlı bir durum. Nihayet sermayenin iklim kriziyle mücadele biçimi, bilimsel gösterge ve gerçeklerin reddine dayanıyor. Basının yazıp çizecekleri de buna göre şekilleniyor. Aynı sebeple “yeşil”i de tahribatı derinleştirecek etkinlik ve kararlarının altında yatan güdüleri gizleyebilecek bir kamuflaj olarak kullanırken, azımsanmayacak bir tahribat kapısına, örneğin nükleer enerji santrallarına kapı aralamaktan da geri durulmuyor.

***

Yunanistan eski maliye bakanı, ekonomist ve siyasetçi Yanis Varoufakis buzullardaki bu durumu değerlendirirken savaşla iklim krizi arasındaki ilişkiyi irdeliyor: "İnsanlar insanları öldürürken ve hükümetler yarınlar yokmuşcasına silahlara para harcarken, çevre çöküyor -ki bunun sonucunda yarın olmayacak". Hükümetlerin buzulların erimesine kulak tıkamasıyla, savaş, nükleer tehdit arasındaki yarınları yok eden yıkım arasındaki ilişkiyi hatırlatıyor. Karadeniz’de Tuna nehri akıntısıyla sürüklenen 420 mayının tehdit ettiği insan ve diğer canlıları, yoğun askeri faaliyetlerden veya iklim krizinin etkilerinden kaçarken balıkçı ağlarına takılarak öldürülen yunusları da hatırlatıyor.

***

Kent kuramcısı, aktivist ve tarihçi Mike Davis, Thanatos’un Zaferi (Thanatos Triumphant, New Left Review) adlı yazısında, bu dönemin sonunda yeni bir şeyin doğacağından duyduğu şüpheyi dile getirirken esasen teşhis edilmesi gerekenin, herhangi bir tutarlı küresel değişim anlayışını elde etmede ve buna yönelik stratejiler geliştirmede giderek artan bir yetersizlikte kendini gösteren bir “yönetici sınıf beyin tümörü”ne işaret ediyor. Bu, diyor Davis “süper zenginlerin yaşamları boyunca dünyanın güzel şeylerini tüketmelerine izin vermek için tüm hesaplamaları kısa vadeli sonuçlar temelinde yapan patolojik şimdiciliğin zaferidir.”

Gerçekten de en zengin yüzde 1’in açık ara en hızlı büyüyen emisyon kaynağı olduğu; zenginlerin ve yoksulların emisyonları arasındaki eşitsizliğin ülkeler arası eşitsizlikleri alt edecek oranda olduğu gibi veriler de hesaba katıldığında oldukça yerinde bir tespit olduğunu söyleyebiliriz. Davis’in dediği gibi kıyametle liderler arasında birkaç emniyet şalteri kalmış bir kâbusu yaşıyoruz: “Ekonomik, medyatik ve askeri güç, hiçbir zaman bu kadar az kişinin eline geçmemişti.”

***

Kuşkusuz ki yüzde 1’in kâbusundan uyanmanın yolu, yüzde 99’un hayalini kolektifleştirmekten geçiyor. Nihayet gerçekliğin böylesi distopik olduğu bir anda, hayalleri gerçek kılmanın yollarını aramanın, gerçekçi olup imkânsızı istemenin önemi de artıyor. Tehdit ve tahribatlardan beslenen iklim krizinin, savaşların tüm yıkıcılığına karşı yaşanılabilir bir dünyanın mücadelesini vermeli elbette. Gerçekliğin tutsağı olmamalı, hayallerimizin gasp edilmesine izin vermemeli, ütopik addedileni talep etmeli, gerçek kılmalı ve bunun için kolektif hayal etmeli...