Uludere’ye gidiyorum... Taziyeye...

Taziye ne işe yarar diyerek gidiyorum... 35 gencin, çocuğun ölümünü, ailenin acısını, sevdiğini yitirmeyi ne geri getirebilir ki diyerek... Bunca yıl, bunca acı, bunca kayıp neye yaradı ki diye kahrolarak...

Taziyeye gidiyorum... Başım eğik...

Bunca acıya karşı ne söylenebilir ki? Başınız sağolsun mu; ecel mi diyeceğim? Allah sabır versin mi diyeyim, bir hatadır oldu işte mi? Kalanlara ömür mi dileyeyim, kalanlardan özür mü?
İki tarafta sonu gelmeyen ölümlerden kimde sabır kaldı ki... Kalanlara da ömür değil, tükenmeyen acıları ve korkuyu layık görmüyor muyuz?

Taziyeye gidiyorum... Söylenecek sözüm yok...

Sözüm yok.  Ölümler ayrı, hunharlığı ayrı vicdan yakıyor... Bir de bu olanların,  yıllardır devam edegelen yok saymanın, bastırmanın bir halkası oluşu var ya, kapkara bir bulut olup çöküyor üstüme.  Utanıyorum...

Ne diyeceğim?

Yalnız Uludere mi; yalnız bu ölen 35 genç mi yürek yakan? Bugün, buna yanıyoruz. Dün, başka acılara yanmadık mi? Yarın yine başkalarına yanmayacak mıyız bu sorun çözülmedikçe?
Yoksulluk, olmadı baskı, yetmedi şiddet. Yıllarca mağduriyet üstüne mağduriyet yaşayan bir halk var orada. Acıları dindirmenin, biraz teselli vermenin bile çok görüldüğü bir halk...

Ne diyeceğim?

Öfke, şiddet, baskı ektik yıllarca, nasıl olur da başka bir şey biçeriz diye düşünmeden... Dağları mekan eylediklerimiz de epeyce, her iki tarafta da.  Normal yaşam nedir, gençlik nedir unuttular bir çoğu... Kuşak kuşak ölüme yolladık onları...

Türkiye, yıllardır gören gözler, duyan kalpler için bir “yas evine” döndü mü demeliyim? Bu tarafta da bağırlar yanıyor mu demeliyim?

Ölen canlar için de, kaybolan umutlar için de yaslıyız... Daha iyisini beceren bir toplum olamadığımız için de...  Bize, geriye, ölenlerin sayısı ile umutsuzluk kaldığı için de yaslıyız mı demeliyim?

Ekonomik göstergelerle, model ülke şamatalarından başını kaldıramayanlar görmese de, yaslı, kaygılı ve korkulu yaşayan Türkiye’den mi söz edeyim?

Desem de işe yarar mı? Onlar da bana, “ne ekilen korku ve kaygıdan kimseye hayır gelir, ne de sonu gelmeyen acılarla büyüyenlerin içinde mayalanan öfkeden” demeyecekler mi? Deseler de haklı olmayacaklar mı?

Sormayacaklar mı?

Hani insandı en yüce varlık İslam’a göre!  Hani, her şey insan içindi siyaset  ve demokraside! Hukuka bakarsak, hani hakları vardı insanın ! En başta da yaşama hakkı vardı. Neredeler bunlar? Yıllardır neredeler?

Ne diyeceğim?

Ya, insan, kimliği, dili, kültürü, cinsiyeti, inancı, düşünceleri, hayalleri ile bir insansa, bunlar kısıtlanmadığında insan varsa, Kürtlerin davasını böyle anlamak, niye bu kadar zor diye sorarlarsa ne cevap verebilirim?
Kendi dilini konuşmak, kimliğini yaşamak, kendi edebiyatını, sanatını oluşturmak, kadim kültürünü bir yerlere taşımak sevdası var Kürtlerin derlerse...

Nasıl yıllar önce hep bastırılmış, sonra bir uçtan boy vermişse bugün de öyle derlerse....
Bu kavga içinde doğup büyüyen, yaşamı buradan, bunlardan öğrenen gençler var ya bu diyarlarda; bu sevda onların sevdası diye anlatırlarsa...

Şiro’nun ateşi yanmış bir kere, sönmeyecek derlerse, ne demeye hakkım var?
Şimdi Dersim’i, Maraş’ı konuşuyoruz. Özür dilemekten söz ediliyor, biliyorsunuz... Size de sıra gelecek mi demeliyim?

12 Eylül’den hesap sorulma başladı, merak etmeyin bir gün bunun da hesabı sorular mu diyeyim?
Demeyecekler mi; bugünün acılarını dindiremedikten, bugüne özgürlük ve güven getiremedikten sonra neye yarar geçmişin hesaplarını açmak?

Yarınlar bugünden yazılıyor, bilmiyor musunuz demeyecekler mi?

Taziyeye gidiyorum... Bir dolu soru ve kaygıyla; bir dolu acı ve utançla...
Ne diyeceğimi bilemiyorum.
Ne diyeceğimi bilmiyorum ama onların beni hoşnutlukla bağırlarına basacağını biliyorum.
Ülkenin bu yanında yaşayan birinin, komşu, kardeş, akraba, ya da yalnızca “hemvatandaş” olarak baş sağlığı dileklerini bağırlarına bastıkları gibi. Biliyorum, onlar bana pek bir şey sormayacaklar ama ben onların acılı yüzlerine baktıkça buruk, üzgün ve utanıyor olacağım.