Çok değil, sadece on gün önce yaşandı ama artık rutinleştiği üzere unutuldu gitti, konuşulmuyor bile. Sorumlular kimdi, soruşturma yapılıyor mu, yapılıyorsa nereye vardı, geride kalan aileler ne durumda, yaralılar nasıl, tedavileri hangi aşamada bunların hiçbirini bilmiyoruz, hiçbirini sormuyoruz. Evet, on gün önce yaşanan ama sadece on gün içerisinde sanki uzun yıllar öncesinde olmuş bir hadise misali unutulan tren kazasından ve 24 kişinin ölümünden, yüzlerce kişinin de yaralanmasından söz ediyorum.

Sanıyorum yaşadığımız döneme böylesine damgasını vuran başka bir his daha yoktur. Öyle çok şeyi, öyle çok trajik şeyi, öylesine kısa aralıklarla yaşıyoruz ki, çok kısa süre içerisinde öyle büyük hadiselerle karşılaşıyoruz ki, hepsini çok kısa bir süre içerisinde unutuyoruz. En trajik hadisenin konuşulma, gündem olma süresi birkaç günden öteye gitmiyor, sonra yenisi geliyor ve bir sonrakine kadar gündemimizi o işgal ediyor.

Tepki vermeyi, düşünmeyi, sorgulamayı, öfkelenmeyi, yas tutmayı imkânsız hale getiren ve tam da bu nedenle bizi bir topluma ait yurttaşlar olmaktan çıkartan, kolektif bir aidiyet hissinden hızla uzaklaştıran bir durum bu. Süreklileşmiş trajediler çağında, trajedinin kendisi de sıradanlaşıyor, toplumun ufkunda bir anlam ifade etmez hale geliyor, bu da zihinlerimizi pelteleştiriyor, hepimizi ahmaklaştırıyor, hafızasızlaştırıyor.

Bir topluluğu topluluk olmaktan çıkarıp toplum haline getiren şeylerden biri, ölüm karşısında verdiği ortak tepki, ölüm karşısında kolektif yas tutabiliyor oluşudur. Ölüm de yaşam kadar politiktir ve kimin nasıl gömüleceği, yapılacak törenler, ölümünden sonra arkasından söylenecek olanlar, kamusal yas tutulup tutulmayacağı hepsi politikanın bir parçasıdır.

Türkiye son üç beş yılda korkunç katliamlarla karşılaştı. Suruç, 10 Ekim, Beşiktaş, Güvenpark, Atatürk Havalimanı, Reina… Tüm bu saldırılarda yüzlerce insan yaşamını yitirdi. 10 Ekim ülke tarihinin en kanlı terör saldırısıydı, ülke tarihinin en büyük işçi katliamına ise Soma’da tanıklık edildi, 301 işçi hayatını kaybetti. Pamukova ve Tekirdağ’daki tren kazasında onlarca insanımızı kaybettik. 15 Temmuz gecesi dünyada eşine az rastlanır bir şekilde bir ülkenin ordusuna ait tanklar, helikopterler kendi insanlarının üzerine ateş açtı ve 250 kişiyi öldürdü.

İktidar mekanizmaları ve ideolojik aygıtları tüm bu hadiselerde seçici bir yası ve hafızayı tercih etti. Suruç’ta ve 10 Ekim’de ölenler “millet”ten kabul edilmediği ve tam da bu nedenle ölümleri cinayetten sayılmadığı için hakiki bir yas talebinde bulunulmadı, hatta ölenler ve geride kalanlar teröristlikle suçlandı. Maden ve tren “kaza”larında ölenler görmezden gelindi, siyasi sorumluluk üstlenilmedi ve istifa mekanizması işletilmedi. Teröre kurban gidenler ise konjonktürü yönlendirmek ve milliyetçi teyakkuzu beslemek için birer araç gibi görüldükten sonra unutulup gitti. Bugün havalimanı saldırısını, Reina’yı, Beşiktaş’ı, Güvenpark’ı neredeyse kimse hatırlamıyor.

Ancak ısrarla hatırlatılan bir gün var: 15 Temmuz. 15 Temmuz yeni bir kurtuluş savaşının sembol günü olarak görüldüğünden ve hem rejim inşası hem de o rejime uygun bir millet yaratılması açısından son derece işlevsel olduğu için, dahası eski rejimin tören ve anmalarının yerine yenilerinin konulması gerektiğinden, o gece yaşamını yitiren insanlar -hakiki olmaktan ziyade araçsal bir şekilde- iktidar mekanizmalarının yas ve hafıza politikalarının bir parçası olmaya devam ediyorlar.

Hemen hatırlayalım, Tekirdağ’daki “kaza” yeni rejime resmi olarak geçiş gününün bir gün öncesinde yaşanmıştı, dolayısıyla o günü gölgelememesi için elden gelen her şey yapıldı, yas ilan edilmedi. O gün Soma davasında karar açıklanacaktı ama o da yine aynı gerekçeyle bir gün sonrasına bırakıldı. Tekirdağ nedeniyle kimse istifa etmedi, Soma davasında ise şirket sahibi beraat ettirildi, oysa katliama ortaktı. Geride kalanların aileleri çaresizce isyan ederken Ankara caddelerinde protokol araçlarının üzerine güller atılıyor, adeta bir taç giyme seremonisi yaşanıyordu.

15 Temmuz ise huşu içerisinde ve vakarla idrak edilen, ölenlerin arkasından hakiki bir yasın tutulduğu, yaşananların bir daha yaşanmaması için hakikaten ne yapılması gerektiğine odaklanılan bir şekilde değil, pek dışa vurulmasa da amaca giden yoldaki araçlardan biri, bir fırsat, Allah’ın bir lütfu olarak görülüyor, ölenler de aslında “yas”ın değil bir tür “kutlama”nın parçası konumuna yerleştiriliyorlar ve maalesef “destan”ı güçlendiren, yani modern bir mitosun kitlelerce kabulünü kolaylaştıran figüranlar olmaktan öteye gitmiyorlardı.

Bu kadar kolay unutan, bu kadar hafızasız, yas tutmayı bilmeyen, yasın böylesine seçici mekanizmalara tabi tutulduğu, ölümün böylesine araçsal hale geldiği bir yerde toplum olmaz, böyle toplum olunmaz. Hafızanın, unutturmamanın ve yasın belki de hiç olmadığı kadar politik mücadelenin bir parçası haline geldiği zamanlardan geçiyoruz. Toplumu yeniden kuracaksak eğer, bunlar üzerine de, bunlar için de mücadele edeceğiz ve hafızayı da yası da yeniden politikleştireceğiz demektir.