Herkesin geçmişin sisleri içinde dönüp durduğu bir an vardır. İlk defa öpüştüğü ya da denizi ilk gördüğü an gibi. İlk olması da gerekmiyor elbette, otogarda bir pastanede âşık olduğu kişiyle son bir bardak çayın içildiği ayrılık ânı da olabilir. Nâzım Hikmet’in “Saman Sarısı”ndaki gibi, masanın üstünde dirseğinin dayandığı yerde ya da cıgara paketinin üstünde duran ayrılığa birlikte bakıldığı o an… Benim sık sık ziyaret ettiğim anlardan biri, 90’larda Kayseri’den Ankara’ya bir tren yolculuğu… Hep bir kış günüymüş gibi düşünüyorum, ama değildi belki, ıssızlığın üzerini örten bembeyaz karı ben eklemiş olabilirim. Cemal Süreya, “anılar düş değeri kazanıyor” diye yazmıştı, anılar düşlere karışır her zaman. Cep telefonu yok o zaman, kitap ve defter var, bir kurşun kalem, sigara içilebilen vagonlar var, cepte belki bir kanyak… O zamanlar âşık olmadığım bir gün yoktu, sanki herkes âşıkmış gibiydi o zamanlar, Zeki Müren’den bir şarkı duyunca uzaklara dalıp gitmeyen yoktu sanki. Yoksulluğun bir estetiği vardı, boyna dolanan bir kırmızı atkı yetiyordu şık olmaya, belki de ben öyle sanıyorum, öyle yaşadığım için.

O yolculukta “Bulgaristan Sendikacılık Tarihi” adlı bir kitabı okuyordum, aslında ne bulursam okuyordum. Beynime yazılsın diye okuduğum satırların altını çiziyordum. Kitaptan başımı kaldırıp trenin penceresinden bembeyaz karla kaplı ovaya bakarken, şöyle şeyler düşündüğümü hatırlıyorum: “Ne yapıyorum? Bu hayattan ne istiyorum? Neden sendikacılık tarihiyle ilgili bir kitap okuyorum?” Sonra sanki bir zaman makinesiyle geleceğe ışınlanmış gibi, kendime gelecekten bakmıştım. İçimi derin bir hüzün kaplamıştı. Tıpkı bu trenin geçip gitmesi gibi, her şey geçip gidecekti, her şey geçip gidiyordu. Şimdi âşık olduğum kadınla ayrılacak, ikimiz de başkalarıyla evlenecek, bambaşka hayatlar sürecektik belki de. Ölüme dahi birlikte yürüyeceğim dostlarla birbirimize düşman olacaktık belki de, yıllar sonra sokakta birbirimizi gördüğümüzde yabancıymış gibi selamlaşmadan geçip gidecektik. Şimdi içinde bulunduğum bu tren hurdalığa kaldırılacak, okuduğum bu kitap bir sahafta bir başkasının eline geçecek ve satırların altını çizdiğim için belki bana küfredecekti, o kitabın hangi duygularla kim tarafından ve nerede okunduğunu hiçbir zaman bilemeyecekti. Ankara’da beni bekleyen sevgilimle buluşup el ele sevinç içinde koştuğumuz yerde yıllar sonra katliam olacağını da bilemezdim elbette, bunları düşünürken. Her şeyin bu kadar kötüye gideceğini, adaletsizliklerin bu denli korkunç, katlanılamaz hâle geleceğini…

Yıllar sonra Cogito dergisinin Freud sayısıyla kütüphanede bir rafta karşılaştığımda, o tren yolculuğunda düşündüklerimi hatırladım. Freud’un bir yazısı vardı dergide, zamanın geçip gitmesinin verdiği hüznü anlatan. Freud, Goethe için hazırlanan bir kitap için iki arkadaşıyla birlikte, bir yaz günü Avusturya ve İtalya sınırındaki Dolomit dağlarındaki yaptığı bir geziyi yazmıştı. O iki arkadaş, Lou Andreas Salome ve Rainer Maria Rilke’ydi. Freud, Rilke’nin doğanın güzelliğine hayran kalsa da zevkini çıkaramadığını yazmıştı, şaire göre bütün bu güzellik, insanın elinden çıkma bütün güzel ve muhteşem şeyler gibi yok olmaya mahkûmdu ve bu ona hüzün veriyordu, zamanın geçip gitmesi. Freud, insanın bu gerçek karşısında iki farklı tepki vereceğini yazmıştı: “Biri genç şairinki gibi acı verici bir umutsuzluktur, diğeri de bu aşikâr gerçeğin inkârı.” Freud, Rilke’ye karşı çıkarak, “Fanilik değeri, nedret değeridir. Haz alma olasılığının sınırlanması, hazzın değerini arttırır” diyordu, geçiciliğin, o güzelliğin bize verdiği hazzı kesintiye uğrattığı düşüncesini anlaşılmaz buluyordu. “Güzellikten haz almalarını engelleyen, ‘yas’a başkaldırıyor olmaları”ydı. Bu iki duyarlı zihin, güzelliğin kaybının yasını önceden tattıkları için acı veren her şeyden dürtüsel olarak geri çekiyorlardı kendilerini. Freud, Rilke’yle sohbet ettikten bir sene sonra savaşın çıktığını ve şairin elinden dünyanın bütün güzelliklerinin alındığını yazmıştı. Sadece sanat eserleri değildi yok edilen, uygarlıktan duyulan gurur, çok sayıda düşünüre ve sanatçıya duyulan hayranlık, uluslar ve ırklar arasındaki farklılıklar karşısında kazanılacak nihai zafere dair umutlar da… Ama diyordu Freud, bütün bu yıkım, “libidomuzun elimizde kalanına sıkıca bağlanmamıza neden oldu, ülkemize olan sevgimiz, en yakınımızda olanlara bağlılığımız, ortak değerlerimize dair gururumuz birden güçlendi.” Her şey elimizden alınmaya çalışılırken, bunun tam tersi yaşanıyor bugün, ‘yas’a başkaldırıldığı, acıdan kaçıldığı için, ortak değerlerden ve birbirimizden uzaklaşıyoruz.

Gözlerimi kapatınca, o trendeyim, Nâzım Hikmet’in “Saman Sarısı” şiirindeki gibi “vakıtları yakalamak istiyorum”, yakalayıp sımsıkı sarılmak, beni geride bırakmamaları için…