Yasalar, ahlakı yargıyı işlemez hale getirerek toplum denetimini devre dışı bırakır. Yasaların demokrasiyle ilişkilendirilip yasa devletlerinin ortaya çıkmasıyla toplum çeşitlenen ilişkilere ahlaki kurallar belirlemede zorlandığı gibi kendi yasasına (ahlak) saygısını da bağlılığını da yitiriyor. Filozoflar, kanun koyucunun krallar ve dinler olduğu 19. yüzyıla kadar birey-toplum, toplum-devlet ilişkisinin ahlakla kurulmasını savunurdu. Ahlak ilkelerinin dini metin ve söylemler olduğuna inanıldığı o dönemde filozoflar da tanrının "iyi" görüşlerine aykırı tutumları eleştiri konusu yapardı. Artık ahlakın dinle ilişkili olmadığını, laik ahlakın örgün eğitimin konusu olması gerektiğini biliyoruz. Fakat bu sıra, yani 19. yüzyılla birlikte krallıklara son veren burjuvazi, dini öğretilerin yerine, adına hukuk dediği yasaları getirdi. Böylece yasa yapma gücünü eline geçiren, etik kuralların da belirleyeni oldu.

Selçuk Candansayar'ın "Macahel: Yasak ve ayıp" başlıklı pazartesi yazısında yaşlı bir arıcının bal hileleri üzerine anlatısını aktardığı şu ifadeleri yasa mı, ahlak mı tartışmasında başvurulabilecek sahici bir örnek gibi geldi bana. Arıcı "Bal yasakla korunmaz, utanmayla korunurdu. Yasağı polis jandarma koyar, onların yokluğunda yasağı delebilirsin. Utanmayı ise biz belirlerdik. Eskiden balında hile yapan arıcı, öyle ayıplanır ve dışlanırdı ki, utancından evinden çıkamazdı, camide herkes sırt çevirir selam vermezdi. Sonunda utancından aramızda barınamaz ve göç edip giderdi. Biz eskiden balımızı öyle korurduk" diyor.


Selçuk Candansayar, "ayıp"ı ahlaki bir yargı olarak değerli bulmakla birlikte anladığım kadarıyla "küçük toplulukların devlet öncesi buldukları bir düzeni koruma aracı" olarak görüyor. Artık küçük topluluklar halinde yasamadığımıza göre bu durumda ayıbın yerine yasayı koymak gerekiyor. Büyük-küçük fark etmez, hiçbir yasal yaptırımın ayıptan daha caydırıcı olacağını düşünmüyorum. Yasaların ayıp saydığımız eylemleri kapsamaması, kapsamına aldığını meşru bulması, yasa yapıcı ve yürütmenin kendisinin ayıplı olması ahlaki denetimi yasalara bırakmamamız için bence yeterli gerekçelerdir.
Milli Eğitim Bakanı’nın sahibi olduğu şirket, Milli Eğitim'e bağlı okullara 25 milyon liralık hizmet satmış. Milli Eğitim Bakanı, bu durumu soran milletvekiline, yasalara aykırı bir durum olmadığı yanıtını vermiş. Haksız sayılmaz; geçen hafta da yazdığım gibi kendisini etiğin ilkeleri ile değil yasayla savunuyor. Çünkü yasayı etiğin önüne koyduk. O da haklı olarak yaptığı yasaya sığınıyor. Ahlaki değerler yaşıyor olsaydı ne o ne Soylu ne diğerleri bu kadar rahat davranamazlardı. Yasa olmasın demiyorum fakat etik ilkelerin işlemediği yerde yasa hiç bir işe yaramaz.

Konuya girmişken bir başka BirGün yazarı Fikri Sağlar'ın şu tweet’ine itirazımı da belirteyim. "Güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçmek yetmez. Siyasetin etik ilkeleri de anayasa kuralı olarak düzenlenmeli. Örneğin yolsuzluk yapan siyasetçi, hayat boyu siyasetten men olmalı ve yolsuzluktan elde edilen mal varlığı hazineye geçmeli. Millet hırsız doyurmaktan bıktı!" Bildiğim kadarıyla yolsuzluk zaten yasalarda suç ve ceza kanunda da bir karşılığı var. Fikri Sağlar'ın Anayasa’da ve kanunlarda yaptırımı olan bir suçun Anayasa kuralı olmasını istemesinin bir anlamı yok. Fikri Sağlar da bunu bilir fakat ben kendisinin etik ilkelerin yolsuzluğa engel olamadığını, ahlaki bozulmanın toplumsal denetimi sağlamada yetersiz kaldığını düşündüğü için öfkesini böyle dile getirdiğini düşünüyorum. Bence etiği yasalara kurban etmeyelim; etiğin ilkeleri etikte, yasanın hükümleri kanunlarda ikisi birbirini tamamlayacak şekilde kalmalıdır.