Şükrü Erbaş’ın her anımsadığımda içimi dağlayan dizeleridir: “Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz / Biçim veremediğimiz şeylerin/ Biçimini alıyoruz.” Şimdilik denetimli hayatımızı nefes alarak sürdürürken, “Ne zaman bitecek bu kabus?” sorularının erken öten horoz gibi başlangıcındayız. “Çin’in Wuhan kentinden dünyaya yayılan,” diye başlayan korona haberlerinden fenalık geçirmenin tam da eşiğinde, akşamları açıklanan ölüm raporlarıyla sarsılarak günü tamamlamanın endişesi içindeyiz. Yüzünü sabunlamaktan başka çaresi olmayan çocuk işçilerin yüreğindeki çığlığız. Kargo şirketinde, beğendiği elbiseyi sadece üzerinde denemek için, XS, S ve M bedenlerini sipariş eden mutlu azınlığın arzularını paketlemeye çalışan genç kızların gözlerindeki acıyız. Evine ekmek götürebilmek adına market deposunda gün yüzü görmeden çabalayanların boğazındaki düğüm... Üç kuruşa çalışan sağlık emekçisinin içindeki fırtınayız. Ama bir yandan da salt duygudaşlığın yetmediği o kör noktadayız.

Arthur Miller’ın oyunlarında, endüstrileşmiş ülkelerde görülen değerler karmaşası sonucu ortaya çıkan iç huzursuzluklar anlatılır. İnsanın dramı, piyasa değerlerine karşı açtığı savaşımda ortaya çıkar. Hiçlenen kişi, toplumda bir yeri, bir işi olsun istemekte, insanca yaşamanın yollarını aramaktadır. ‘Bütün Oğullarım’da, Joe Keller ekonomik buhran döneminde işini bozmamak ve toplumdaki yerini kaybetmemek için fabrikasında yapılan özürlü uçakları orduya satmak zorunda kalır. Uçaklar savaş sırasında kaza yapar. Pilotları ölür. Joe Keller’in iş ortağı yasalar önünde hesap verirken o yasalardan kurtulmayı bir şekilde başarır. Tehlikeli bir dönemi atlamış olmanın rahatlığı, işini büyütmüş olmanın gururu ile yaşayıp giderken, madalyonun öteki yüzüyle karşılaşır. Bir savaş pilotu olan oğlu ölmüştür. Geriye bıraktığı mektuptan genç adamın babasının suçundan dolayı büyük bir utanç duyduğu anlaşılır. Arkadaşlarının ölümüne neden olan kusurlu uçaklardan birine kendi isteğiyle binmiştir.

Bir anlamda intihar etmiştir. Böylece Joe Keller’in oğlu için kurduğu düşler yarım kalır. Başarı planlarının yanlış değerler sistemi üzerine oturtulduğu ortadadır. Joe Keller yalnız kendi oğlunun değil, İkinci Dünya Savaşı’na katılan bütün gençlerin oğlu olduğunun farkına varır. İşte bu noktada vicdanı devreye girer: Sorumsuzluğunun bedelini ödemelidir!

Değerler bunalımı içindeki toplumda, piyasanın egemenliği kişiyi seçim yapmak zorunda bırakır. Toplumda bir yer edinmek isteyen kişi, toplumsal sorumluluğu yadsıyarak bireysel çıkarını göz etmek durumunda kalır. Bu yalnızca Joe Keller’in yaşadığı bir macera değildir. Onurunu korumak isteyen insan bedel öder. Geç de olsa, idrak etmek, farkındalığı yaşamak, her şeye rağmen ‘insan kalmak’ isteyenler içindir.

Tolstoy, o çok sevdiğim romanı ‘İvan İlyiç’in Ölümü’nde, son günlerinde, ölümle önce mücadele eden, daha sonra çaresizce kendisini ona bırakan bir adamın yaşadıklarını anlatır. İvan İlyiç, önemli bir mevkiye gelmiş, yüksek rütbeli bir yargıç olmuştur. İyi bir hayat yaşadığını düşünür; ancak hasta yatağında ölümün yaklaştığını anladıkça, yavaş yavaş aslında ne kadar boş bir ömür sürmüş olduğunu fark eder. O güne kadar büyük anlam yüklediği ve uğruna büyük bir çaba harcadığı serveti, şöhreti ve saygınlığı, ölüm döşeğinde bir anda gözüne boş ve saçma görünür. Çünkü her şeyden önce tökezlediği yerlerde kimi zaman daha da yükselebilmek adına haysiyetini elinin tersiyle itmiştir.

Bizim gibi ülkelerde, haysiyet kelimesi çoğunlukla mazoşizmle kardeştir. Sistem, kişinin içini bir fare gibi kemirir. Bu noktada, duygunun değil aklın egemenliğine bir kere daha ihtiyaç vardır. Akıl ise her zaman kulağımıza, çıkışın bireysel değil toplumsal olduğunu fısıldar.